Ben küçükken bizim evde de arada bir kavgalar olurdu…
Bazen babam kızar, anneme bağırır; bazen de annem babama bağırırdı.
Ama o kavgada masaların devrildiğini, bardakların kırıldığını, vitrinlerin tekmelendiğini hiç hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey her kavgadan sonra annemin zafer kazandığı, nazlandığı, el üstünde tutulduğu anlardı…
Kavganın tam ortasında annem, “seninle konuşulmuyor baksana, hep üste çıkmaya çalışıyorsun, sanki bir kadınla değil de komşu bir erkekle kavga ediyor gibisin” gibi sözler söyleyip hızla arka odaya giderdi…
Sonra babam durgunlaşır, bir iki dakika bekleyip kırılan, üzülen annemin yanına gidip, ona bir sürü tatlı kelimler söyler, annem fazla dayanamayıp yelkenleri suya indirir sanki giden kendisi değilmiş gibi bu defa da kendisi geri dönerdi. Gelmek istemezse babam kolundan tutup, zorla da olsa odaya geri getirir, bazen de kucağına alıp getirirdi. Odanın içinde her ikisi de, “tamam, barıştık, bitti “, derler sanki hiçbir şey olmamış gibi evdeki hayat devam ederdi. Annem, “barıştım ama bir daha böyle yapma tamam mı” derdi. Babam da, “tamam ama sende beni anlamalısın, ben komşu kadın arkadaşın değilim ki”, derdi.
Bir defasında annem, “tamam, bir şey yok beni neden odaya götürmek istiyorsun ki”, dediğinde, babam, “çocuk kavgamızı gördü, barıştığımızı da gözleriyle görmeli” dediğini duymuştum.
İşte ben o günlerde kavgadan sonra barışın da aslında o kadar zor olmadığını, kolay olduğunu iyice anlamıştım. Aklıma kazınmıştı; kavga evde yapılıyorsa barışta evde yapılmalıydı. Küskünlük hemen bitirilmeli, her ne olursa olsun tatlıya bağlanmalıydı. Şimdi ne zaman birine kızsam ya da kavga edenleri görsem, hadi artık kavga bitsin ve barışın derim hep… Bazıları kızar, sana ne der, bazıları da ben artık onunla ölene kadar barışmam gibi sözler söyler…
Tam o anlarda yine annem düşer aklıma…
Kavga sonrası barış sağlandıktan sonra annem hemen evi toplamaya başlardı. Yemek zamanı ise yemek yapar, çay zamanı ise çayı tekrar tazelerdi. Sanki her düzenin aynı ve daha iyi gittiğini göstermek ister gibiydi. Hatta eskilerden bir şey anlatır bizi güldürürdü…
O zamanlar hiç aklıma dahi gelmemiş olsa da aslında o an annemin yaptığı şey, belki kırılmış olabileceğini düşündüğü kalbimizim ve ruhumuzun tekrar ve yeniden sevgiyle toplanmasını sağlamaktı. Demlenen o çay içimizi ısıtırdı, bizi daha da iyileştirirdi, gözümde annem de babamda büyürdü. Aileme karşı güvenim artar, kendimi daha da güçlü hissetmeye başlardım. Ne olursa olsun arkamda dağ gibi yuvam vardı.
Şimdi anlıyorum ki, her kavganın sonunda kırılan parçaların birilerinin toplaması gerekiyor. İlk barışma isteğinin ilk adımın atılması her iki tarafa huzur verir. İncitmeden, sevgiyi tekrar tekrar inşa ederek toplanması insanı daha da güçlü yapar.
Daha sonraları anne babamın ne zaman kavga edeceklermiş gibi olsalar da, hiç korkmaz, alınmaz kızmaz ya da etkilenmez olmuştum. Çünkü bilirdim ki ne kadar birbirlerine bağırıp çağırsalar da sonu bellidir. Annem arka odaya gidecek, babam peşinde koşacak, zorla kucaklayıp odaya götürecek, öpecek, kucaklayacak ve hiçbir şey olmamış gibi barışacaklar. Ardından gelsin çaylar kekler…
Bir gün eve arkadaşlarımı davet edecektim. “Anne” demiştim, “bugün babamla kavga etsen çok iyi olur valla…”
Annem, “ya oğlum sen aptal mısın? Anne bana elbette kavga eder, bu normaldir. Her kavgada babanın o güne kadar görmediğim tarafını görüyorum ve bundan sonra o yönüyle bir sorun çıksa bende ona göre davranıyorum. Doğruyu görene kadar da bağırıyorum ne güzel işte. Zamanı gelince sende karınla kavga edeceksin. Kavga et ama onun ince bir ruha sahip olduğunu, incitilmemesi gerektiğini, o an kızmış olsa da sonrasında mutlaka seni anlayabileceğini sakın ama sakın unutma, bir de şunu unutma; asla karının ailesine kötü söz etme, kardeşlerini sorgulama, onların yerini doldurmaya kalkma”, diye söylemişti. Bu öğüdü hep kulaklarımda çınlar…
“Hayırdır sen neden kavga etmemizi, istiyorsun bakayım.” Dediğinde,
“Kavgadan sonra kek yapıyorsun ya, ondan işte arkadaşlarım gelecek.” Dediğimde ikimizde gülmüştük. Ben o günlerde öğrendim ve hiç unutmadım; evdeki babanın karşısındaki kadın, dışardaki arkadaşı değil, erkeğin karşısındaki kadın da, komşu kadın olmadığını ve babanın çocuğuyla arkadaş değil, baba oğul olması gerektiğini…
Kırılmak ve kırmak çok tehlikeli…
Kadını ezer, insanı ezer, iyiliği ezer, evin erkeğini ezer…
Ezilen tarafta alacak verecek bir hesabın olduğu fikrini uyandırır.
Çünkü kırılırsan günü geldiğinde sende kırmaya eğilimin artar. Kendini haklı çıkaracak sebepler aramaya başlarsın…
İyi sözler unutulur gider ama kötü sözler yok mu, bembeyaz bir sayfada kara bir leke gibi insanın gözünün içine batar. O kara lekeyi silemezsin, yok edemezsin. O kara leke ne zaman yok olur bilir misin, o kara leke barışana kadar izi kalır, kalınlaşır, kemikleşir. Barıştıktan sonra insanın içi rahatlar, gevşer. Kafaya takacak bir şey kalmaz. Ama o kara leke silinmezse emin ol ki, hiç ummadığın bir yerde tesadüf bir yerlerde o insan karşına çıkar, göz göze gelirsin. Ve o an, işte o kara leke gözünün tam içindedir. Üstelik her detayı hatırlatacak kadar net olarak..
Kara lekeleri silip atalım.
Nasıl olsa hayat hepimizi silecek..
Davranışlar gelişiyor, değişiyor hep, çirkin olan güzel oluyor, yemek kötüyse iyi yapılıyor, çay soğuksa ısıtılıyor. Ama bu çay çok kötü, bir çay yapmasını bilmiyorsun diye bağırdığımızda o ses iyileşmiyor. İnsanın ruhuna zarar veren duygulu sözler iyileşmiyor, yok olmuyor.
Bırakın elbiselerinin iyi kötü olmasını, yemeklerinin kalori değerini, bir simidi paylaşalım daha iyi olur..
Niyetimiz samimi olsun yeter ki,
Sımsıkı, dostlukla sarılalım.
Duyguları öldürmeyelim.
Annem- babam ruhunuz şad olsun, sizleri çok özledim..