Celal Bayar Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyesi Dr. İrfan Murat Yıldırım, belgelerle Ermeni meselesini kaleme aldı:

Abone Ol

İşte ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ DERGİSİ’nde yayımlanan yazısı:

Öz

Doğu Anadolu Bölgesi, Ermeni çetecilerin yarattığı katliamlardan en çok etkilenen bölgelerin başında gelmektedir.

Çarlık Rusyası’nın yıkılmasının ardından geri çekilen Rus ordusunun yarattığı otorite boşluğu üzerine, batılı devletlerin de kışkırtmasıyla “denizden denize büyük Ermenistan” hayallerine kapılan Ermeniler bölgede hafızalara kanla yazılan trajik olaylar yaratmışlardır.

Bu bölgede Rusya, İran ve daha sonra Ermenistan’a -Rusya tarafından- verilen Azerbaycan topraklarıyla komşu olan Iğdır ve çevresi de bu acımasız katliamlardan ve soykırım denemelerinden payını almıştır. Iğdır ve çevresinde on binlerce insanın kanlı bir biçimde öldürülmesine, işkence görmelerine, sakat kalmalarına yol açan bu soykırım denemeleri insanların topraklarını terk etmelerine, zorunlu göçlere ve mal kayıplarına da yol açmıştır. Olaylara bu açıdan baktığımızda bu acımasız olayların, tarihî, siyasi, ekonomik, hukuki olduğu kadar sosyal boyutlarının da olduğunu görmekteyiz. Bu sebeple Ermeni katliamlarını incelerken olayların hiçbir boyutunu atlamadan, aralarında sebep sonuç ilişkisine dayalı bağ kurarak, bu olayların toplumsal hafızada yer alışına ve kuşaklar arasındaki etkisine bakarak değerlendirmeliyiz.

Tarihteki büyük, iz bırakan olaylar değerlendirilirken sadece tarihî boyutlarıyla ele alınmamalıdır. Bu olaylar incelenirken sosyal boyutları da ihmal edilmemeli, sosyolojik, psikolojik etkileriyle birlikte bunların dışavurumu da değerlendirilmelidir. Ermenilerin bizim hayatımızda yarattıkları bu kanlı hadiseler toplumsal hafızamızda da büyük bir travma yaratmıştır. Toplum bir müddet yaşadığı bu büyük travmayı zihninde baskılamış, unutmaya çalışmış, bir müddet sonra da bunları bir şekilde dışarıya aktarmaya çalışmıştır.

Edebiyat, musiki ve diğer güzel sanatlar bu dışavurumun farklı şekillerinden bazılarıdır.

Biz, bu kısa çalışmamızda bu geniş çaplı kanlı olaylara sosyal açıdan bakmayı deneyeceğiz. Bu katliam ve soykırım denemelerinin edebiyata yansımalarını elde olan örnekleriyle incelemeye çalışacağız.

Giriş

Ermeni meselesi iki yüz yıldan daha uzun bir süredir Türk milletini meşgul eden büyük bir derttir. Bu meselenin derin tarihsel ve politik kökenleri vardır. Bunlar bir makalenin sınırları içine sığmayacak kadar geniş ve ayrıntılı incelenmesi gereken konulardır. Bununla ilgili emekli diplomat, araştırmacı-yazar Bilal N. Şimşir’in tespitleri çok önemlidir:

“Eskiler Ermeni gailesi diyorlardı. Gaile, dert, sıkıntı, keder, üzüntü, insanı uğraştıran, bezdiren sıkıntılı iş demektir. Bir bakıma baş ağrısı, hatta baş belası. Ermeni gailesi basit bir sorun değil, karmaşık, sui generis (eşi benzeri olmayan, nevi şahsına münhasır) bir sorundur. Başka sorunlara pek benzemiyor. Bu gailenin geçmişinde, Ermenilerin Osmanlı devletine ihaneti var; düşmana hizmeti var, Mehmetçiği arkadan hançerlemesi var; masum Müslüman köylüleri kılıçtan geçirmesi var, alçaklık, kalleşlik var, yalanın, hilenin daniskası var, her türlü adilik, kötülük ve de emperyalizmin bütün çirkin oyunları var.” (Ermeni Meselesi s.10-11)

Yukarıdaki değerlendirme, önemli bir diplomatın tarihi arka planı olan ve Ermeni meselesinin temelindeki düşünceleri biraz olsun açıklayan bir değerlendirmedir. Yine aynı araştırmacıya ait aşağıdaki tespitler bizim makalemizde yapacağımız incelemelere de ışık tutacak niteliktedir:

Ermeni çetelerinin “faşist milliyetçiliği”, “sapık yurtseverliği”, kökleri tarihin derinliklerine kadar uzanan bir Ermeni suikast damarı, masum Türk kanı İrfan Murat YILDIRIM döken katilleri “Ermeni Ulusal Kahramanı” ilan etme geleneği, Ermeni çocuklarını bu sözümona “kahramanlara” özendirip yeni suikastçılar yetiştirme ve suikast geleneğini kuşaktan kuşağa aktarma kültürü, kimi Ermeni papazlarının kanlı suikastçıları kutsayıp yüceltme alışkanlığı, Ermenistan Hükûmetinin, kanlı teröristlere kanat germesi, hatta onlara devlet protokolünde yer vermesi vs. vs. var. Masum Türk diplomatlarını vurmuş, Türk kuruluşlarına bombalar savurmuş ve pek çok masum can almış o kanlı teröristler yargılanmamış, cezasız kalmıştır. Ermeni galiesinin içinde bunların hepsi var. Ermenistan’ın, Türkiye sınırlarını reddetmesi, Türk topraklarına göz dikmesi, Azerbaycan topraklarını işgal etmesi, yüz binlerce Azeriyi yerinden yurdundan etmesi var, var, var da var. Yani Türkiye’nin karşısında dengesiz, patolojik, iflah olmaz, yüzsüz insanlar var… İnsanı uğraştırır, kahreder… (sapık yurtseverlik kavramı K.S. Papazyanın aynı adlı kitabından (K.S. Papazyan Patriotizm perverted, Boston 1934) alınmıştır (Ermeni Meselesi s.11)

Yukarıda kısa alıntılarla mahiyetini özetlemeye çalıştığımız Ermeni vahşetinin tarihi arka planını başka araştırmacılara bırakarak biz bu yazımızda özellikle Doğu Anadolu’da, uzun bir müddet Rus işgalinde kalan Türk topraklarında gerçekleştirilen Ermeni vahşetinin hâtıralardan yazıya aktarılmaya başlanan kısımlarını değerlendirmeye çalışacağız.

Ermeni Mezalimi

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Türk toplumunu derinden sarsan bu trajik olayları bir makalenin sınırları içine sıkıştırmak mümkün değildir. Bu korkunç kanlı olayların bölge insanı üzerindeki sarsıcı etkisini de incelemek bunun sonuçlarını da bütün yönleriyle değerlendirmek gerekmektedir. Yani bu incelememiz amaçları bakımından yalnızca bir başlangıç olabilir. Çünkü yüzbinlerce insanın akıl almadık yöntemlerle katledilmesi, bunun siyasi, sosyal ve psikolojik nedenlerini ve sonuçlarını değerlendirmek için farklı disiplinlerce yapılması gereken uzun süreli bir araştırma gerekmektedir. Yine de bu incelemeden çıkacak sonuçların ilgi çekici olacağını düşünüyoruz.

Ermeni hükûmeti ve Taşnak Cemiyeti’nin Revan ve Aras bölgeleri ile Elviye-i Selâse (Kars, Ardahan, Batum)’da bir tek Müslüman bırakmamak maksadıyla faaliyette bulundukları; Kars, Sarıkamış, Iğdır taraflarında ve Revan ile Aras mıntıkasında İslamlara karşı yapılan zulmün son dereceyi bulduğu; Sarıkamış’ın Soğanlı Dağı’nda Eyüb Paşa aşireti’ne ve Kağızman’ın Karakurt nahiyesinde Kürtlere saldıran Ermenilerin geri çekilmek zorunda kaldıkları ; Iğdır civarında bulunan yüz hanelik Oba ve yirmi beş hanelik Persa köyleri halkının tamamen katl ve Tavus köyünden yüz elli kişi ile üç yüz hanelik Yaycı köyünün kısmen katledildiği; Yukarı Koturlu, Aşağı Koturlu ve Köseler’i yağmalayıp yaktıkları, Zakim, Çermik ve Bardız köylerine saldırıp halktan gördüklerini öldürdükleri; Iğdır’da yapılan mezâlimin şiddetinden dolayı yaklaşık iki bin kişinin Bayezid hududuna iltica ettiği; mezâlim esnasında kadınlara tecavüz edilmesi ve çıplak olarak Ermeni askerleri arasında gezdirilmesinden ötürü bir çok Müslümanın ilticadan “Nora İle Şir Mehmet”, “Ölüm Ötesine Kaçış” ve “Yüreğim İrevan’da Kaldı” … vazgeçip savaşmak üzere geri döndükleri; tarlada çalışan halkın üzerine Ermenilerce top ve makinalı tüfek ateşi açıldığı, ezan okuyanların taşlandığı; bu katliamları yapan Ermenilerin Amerika generali tarafından desteklendiklerini ileri sürdükleri hâlde İslam köylerini dolaşmaya gelecek olan Amerika heyetine yapılacak şikâyetleri engellemek için halka tehdit ve baskı uyguladıkları…[1]

Yukarıdaki alıntı o dönemde yazılan bir rapordan alınmıştır. Bölgedeki otorite boşluğunu fırsat bilen örgütlenmiş Ermeni çeteleri metnin sonunda sunacağımız tablodan da anlaşılacağı üzere bu bölgede 154.964 sivil insanı kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı ayrımı yapmadan çeşitli işkence usulleri deneyerek öldürmüşlerdir.

Ermenilerin bu metotlarını kaynaklara dayalı çeşitli tıbbi sebeplerle izahının psikiyatristlerle değerlendirilmesi daha uygun olmakla birlikte yukarıda K. S. Papazyan’ın değerlendirmesiyle sapık yurtseverlik kavramı ve sadizm hareket noktalarından bazıları olabilir şeklinde değerlendirilebilir.

Bölgede yaşayan Türklerin bu soykırıma yönelik büyük vahşetten payına düşenler, yaşadıkları, uğradıkları zulümler, tecavüzler, işkenceler ile bunların sonucunda ortaya çıkan büyük göç hadiselerinin onlar üzerindeki etkilerini ve bunun edebiyata yansımalarını değerlendirmeye çalışacağız. Örnekler sunacağımız üç roman da Iğdır’daki katliamları anlatır. Iğdır adını değiştirip Doğu Anadolu bölgesindeki herhangi bir şehrin adı eklenirse durum değişmez. Bu bölgenin her yerinde kanlı Ermeni katliamları yapılmıştır.

Katliamlar ve Sonsuz Kaçış

1.Dünya Savaşı yıllarında bölgedeki otorite boşluğundan yararlanan Rusya ve İngiltere bölgede hâkimiyet kavgasına girişmişlerdir. Bundan yararlanmaya çalışan Ermeniler, bölgede her türlü insanlık dışı eylemlerde bulunmuş; insanı, insanlığı dehşete düşüren terör eylemleri, katliamlar yapmıştır. Bunlar tarihî belgelerde de mevcuttur. Bu bilgi ve belgelerin ışığında -zaman zaman arşiv çalışmalarıyla elde edilen birtakım verileri de paylaşmaya çalışarak- bölgedeki katliam ve göçlerin buradaki insanlar üzerine etkilerini edebî eserlere yansıtılan kısmıyla değerlendirmeye çalışacağız.

Yukarıda belirttiğimiz gibi Ermeniler Ruslara güvenerek bölgedeki Müslüman halka her türlü sıkıntıyı yaşatmaktadır. Nitekim değerlendireceğimiz romanlardan birinde roman kahramanı Şir Mehmet bir akrabasını tarla sulama kavgası bahanesiyle öldüresiye döven Ermeni Arman ve Nerses’i engeller. Arman bunu bahane ederek bölgedeki Rus karakoluna şikâyette bulunur ve Şir Mehmet dört yıl hapse mahkûm olur (N.Ş. s.40-41). Bu ve bunun gibi olaylar gündelik sıradan olaylardır. Ermeniler her türlü kanunsuzluğu yapmaktadır. Ruslar bunları görmezden geldiği gibi, Türkler kendini savunmak zorunda kalınca da sıradan bir tartışma sonucu bile olsa hapis ve sürgünle cezalandırılmaktadır.

Bölgede yaşayanların hatıralarından yararlanarak yazılan inceleyeceğimiz üç -belge, romanda da bunu ispatlayan çeşitli olaylarla karşılaşırız.

Değerlendirerek örnek vereceğimiz romanlar Metin Yıldırım’ın Nora ile Şir Mehmet ve Ölüm Ötesine Kaçış; Serdar Ünsal’ın Yüreğim İrevan’da Kaldı adlı eserleridir. Üç roman da I. Dünya savaşı ve sonrasında gerçekleşen tarihî olaylar fonunda yazarların aile hikâyeleridir. Şir Mehmet ilk iki romanda da vardır. Roman kahramanı yazarın dedesidir. Yüreğim İrevan’da Kaldı romanının kahramanı Seriye de yazarın büyükannesidir.

Üç roman da hem kahraman anlatıcı hem de hâkim bakış açısıyla anlatılmıştır. Böylece okuyucular roman kahramanlarının gözüyle insanlık dışı cinayetleri görerek geride kalanların sonsuz kaçışına birinci elden tanıklık ederler.

Bölge insanı bizim sonsuz kaçış diye adlandırdığımız bu büyük kaçışa Kaç(h)a kaç adını veriyor. Bu isim nereye kaçacağını, sığınacağını bilmeyen çocuk, yaşlı, kadın ve yanlarında nasılsa sağ kalmayı başarabilen erkeklerin kaçışını anlatır. Bu kaçış muhatabına sonsuz gibi gelir, çünkü ani bir saldırı sonucu her şeylerini kaybetmişlerdir. Nereye sığınacaklarını bilmeden bir belirsizliğe doğru kaçmaya başlarlar. Sığınmak istedikleri her yerde başlarına ayrı bir felaket gelir. Yiyecek içecek olmadan saklanarak gitmeye çalıştıkları sırada kimi eşkıyalarca soyulur, öldürülür. Kiminin kızları, kız kardeşleri ellerinden alınır. Direnmeye çalışanlar öldürülür. Onları gidecekleri yerlerde de bir cennet beklemez. Yiyecekleri yoktur. Otları, tarlalarda başaklardan dökülen tahıl tanelerini, hatta hayvan pislikleri arasından arpa buğday tanelerini ayıklayıp yiyerek hayatta kalmaya çalışırlar;

(…) sesi titriyordu. Önde gittiği için yüzünü göremiyorduk. Sesi tok olmasına karşın karamsarlık da belirgindi. Daha fazla soru sormaya cesaret edemedik. Epeyce yürüdükten sonra biçilmiş buğday tarlalarına gelmiştik. Tarlalarda birçok insan vardı. Buğday tarlasında yerlere dökülen kırpları (kopup yere düşen buğday, arpa, çavdar başakları veya taneleri) topluyorlardı. (…) demek ki buğdayı alıp dövüyor, sonra ise çıkan buğdayları taş arasında ezerek un yapıyorlarmış. (ÖÖK. S.95-96)

Ana! Onlar kırp yerine at pisliği topluyorlar. Zeynep ananın yüzü gerildi (…)- Balam, onların yaptıklarını buradaki herkes zaman zaman yapmıştır. İnsan aç kalınca her şeyi yer. Onlar topladıkları tezekleri bu sabah ayıkladılar: Çıkan darıları yıkayıp kurumaları için oraya serdiler. (ÖÖK. S.104)

Kimini biri hizmetçi olarak alır. Kimi kadınlar, kızlar kendilerinden 25-30 yaş büyük erkeklerle evlendirilir. İtiraz edemezler çünkü babaları, ağabeyleri, büyükleri bu katliama karşı koymak için geri dönmüşlerdir[2].

Ölüm Ötesine Kaçış romanı Aras Nehri kıyısındaki köylerinin yağmalanarak yakılıp yıkılması sonucu ailesini kaybeden bir çocuğun Iğdır’dan Kağızman’a, oradan İran’a uzanan ve yıllar sonra binbir sıkıntıyla Türkiye’ye dönüşüyle sonlanan uzun ve trajik bir yol hikâyesidir. Roman boyunca Ermeni vahşetini bütün çıplaklığıyla izleriz. Romanda ana izleklerden biri de intikam ve merhamet duygularının çarpışmasıdır. Yolda gördüğü vahşetten, anne ve babasının yakılarak öldürülmesinden iyice hırslanarak içi kin ve dolan Ekber, diğer yandan ergenlik döneminin ruhsal sancılarıyla boğuşarak insani duygularını kaybetmemeye çalışır.

Nora ile Şir Mehmet romanında ise ilk romanda sadece bir figür olarak görünen Şir Mehmet ile birlikte yakılıp yıkılan Türk köylerinden Yaycı köyünün ve diğer köylerin hikâyesi anlatılır.

Şir Mehmet, evli ve bir çocukludur. Eşi ikinci çocuklarına hamiledir. Iğdır Merkeze bağlı Yaycı köyünde yaşar. Çiftçilikle geçinir. Romanda otuzlu yaşlardadır. Bir gece tarla sulamak için evinden çıkar. Tarlaya vardığında yakın akrabası ve küçük oğlunun iki Ermeni tarafından öldüresiye dövüldüğünü görür ve müdahale eder. Çıkan kavgada iki Ermeni’yi de tartaklar ve silahlarını alır. Neticede Ermenilerin şikâyeti üzerine dört yıl hapse mahkûm olur. Bir müddet hapiste kaldıktan sonra çarın çıkardığı genel af sonucu o da tahliye edilir.[3] Önceleri Ruslarca korunan ve şımartılan Ermeniler, daha sonra silahlandırılarak kendileri için destek birlikleri oluştururlar. Özellikle Iğdır doğumlu General Dro lakabıyla bilinen Drastamat Kanayan adlı eşkıyanın oluşturduğu çeteler Iğdır’dan Karabağ’a kadar birçok bölgede büyük katliamlar gerçekleştirmiştir.[4]

Yaycı köyü de bu katliamlar sonucunda yakılıp yıkılmış, silahsız sivil halkın bir kısmı kaçmayı başarabilse de büyük bir bölümü vahşice kurşunlanarak veya yakılarak öldürülmüştür. Şir Mehmet ve ailesi Yaycı köyü katliamından kurtulsa da Küllük köyünde baskına uğradıklarında eşi ve küçük kızı Ermenilerce öldürülür, diğer kızı da yollarda sıtmadan hayatını kaybeder. Yol hikâyesi Yaycı’dan İran’a kadar devam eder. Şir Mehmet kaçabilen diğer erkekler gibi sürekli savaşır ama karşısında Ruslar ve İngilizler tarafından desteklenen ve ağır silahlarla donatılan Ermeni çetelerine karşı umutsuz bir savaştır. Savaş sonunda kazanılır ama bedeli çok ağır olan bir savaştır bu:

(…) Oraya doğru gidince üç ayrı iskelet gördü. İskeletlerin üstünde hiç et yoktu. El ve ayak kemiklerinin bazıları kırılmıştı. Bazı kemik parçaları da hiç ortada yoktu. Birkaç el ve ayak kemiği ise etrafa dağılmıştı. Daha dikkatli inceleyince köpeklerin cesetleri yediğini anladı. Bir mırıltıyla irkildi. Kendisinden yirmi metre ötede yaşlı bir kadın yüzünü Kıbleye dönmüş, bayatı diyerek ağlıyordu:

Kalk balam, bu gelen anandır oğul,

Senin için ağlayan, bazen de susan oğul,

Sensiz geçen günlerimde

Ölüp de dirilen anan bu, oğul…

Mecnun gibi çöl çöl gezdim,

Bu çöken gözümde yaş,

Titreyen başımda saç kalmadı oğul.

Nasıl dayanayım bu zulme,

Öpmeye kıyamadığım kolunu,

Köyün köpekleri yemiş oğul. (N.Ş s.231-232)

Yüreğim İrevan’da Kaldı romanı ise yazarın büyükannesinin -6 asırdır Türk yurdu olan- Revan’dan, Nahçıvan, İran ve Iğdır’a uzanan trajik hayat hikâyesi anlatılır. Revan’da oturan Seriye Ermeni komşusunun Revan’da oturan Türklerin ani bir baskınla öldürüleceğini haber vermesi üzerine Nahçıvan’daki yakınlarına sığınmak üzere eşi Abbas ve kızı Firuze ile birlikte kaçarlar. Henüz yoldayken katliamın başladığını anlatan silah seslerini duyarlar. Yolda öldürülen insanları görüp dehşete düşerler. Eşi yolda öldürülen iki çocuklu bir kadının taşıyamadığı için çocuğunun birini yolda bırakarak kaçmak zorunda kaldığını yürekleri yanarak görürler (YİK, s.13). Yardım edememek daha da acıdır. Yolda Abbas Ermenilerin öldürmek istediği bir kadına yardım eder kadını kurtarsa da kendi öldürülür. Seriye Aras nehrini Abbas olmadan geçmek zorunda kalır. Abbas artık ebediyen yaşadığı topraklarda kalmıştır.

Nahçıvan da emniyetli olmadığı, sürekli saldırıya uğradığı için yolda karşılaştığı babasıyla İran’a doğru yola çıkar. Baba Seriye’yi yakın köyde akrabalarına emanet ederek eşi ve çocuklarını almak üzere geri döner. Amacı bu olsa da o da Ermeniler tarafından öldürülür. Artık Seriye yalnız ve çaresiz kalmıştır. Seriye sığındığı evde bu uzun misafirlikten dolayı sıkıntıya düşer. Hem kaldığı evde sığıntı durumuna düşmesi hem de toplumsal baskı yüzünden kendinden çok yaşlı bir çobanla evlenmek zorunda kalır. Ondan da bir kızı olur. İran’da büyük bir yoksulluk ve sıkıntı içinde yaşarken akrabaları onu bulurlar, eşinden izin alarak Iğdır’a götürürler. Iğdır’da bir müddet kaldıktan sonra eşini de ikna edip Iğdır’a yerleşmek için İran’a döner ama eşi vefat etmiştir. Seriye bu defa iki kızıyla yalnız kalır. Iğdır’a döner. Akrabalarının yardımıyla buraya yerleşir, geçimini sağlamaya çalışır. İki kızla bu çok zordur. Uzun ve sıkıntılı hayat mücadelelerinden sonra yazarın dedesiyle evlenir. Yazar, lise yıllarında babaannesinden dinlediği bu hikâyeyi daha sonra kaleme aldığı romanın sonuna eklemiştir.

Katliamların ve Göçlerin Kurbanlar Üzerine Etkileri Bu romanlar Iğdır, Nahçıvan, İran üçgeninde geçen binlerce acı hikâyeden sadece üçünü anlatır. Bu coğrafyada hemen herkesin aile tarihinde buna benzer hikâyeler vardır. Herkes bu trajediyi az çok bilir kendilerinden önceki kuşakların acısını içlerinde hissederler fakat ilginç olan bu tarz hikâyelerin aile içinde bilinmesine, bu acıların derinden hissedilmesine rağmen hiç konuşulmaması, hafızanın derinliklerine gömerek unutulmak istenmesidir. Bu, bilinç altına itme, unutmaya çalışma, hiç olmamış gibi davranma, bilinçten uzaklaştırmaya çalışma gibi isimlendirebileceğimiz, kendini ve çevresini koruma amaçlı bastırma isteğidir. Böylece kişi kaygı ve üzüntü verici travmatik olay ve durumları unutmaya çalışır. Bunu derinlemesine incelemek psikologların ilgi sahasına girse de küçük bir değerlendirme yapmanın bu acıların birkaç nesil sonra edebiyata yansıması “Göçebe ruh hâlini anlayabilmek için işe göçün psikolojimiz üzerindeki etkilerini araştırarak başlamalıyız. Ancak yeterli bilgi yok. Çağdaş psikiyatri ve psikoloji literatüründeki göç olgusu ekonomik, toplumsal ve siyasal nedenlerle bireylerin ya da toplulukların yerleşmek amacıyla bir başka coğrafyaya gittikleri ve orada tutunmaya, yaşamlarını sürdürmeye çalıştıkları durumları tanımlıyor. Pek doğal olarak insan psikolojisi üzerine etkileri olan bu “Nora İle Şir Mehmet”, “Ölüm Ötesine Kaçış” ve “Yüreğim İrevan’da Kaldı” … süreç, göçmenlerin (Mültecilerin) ruhsal rahatsızlıklarında artışa ve kendine özgü ruhsal sorunlara yol açıyor. Biz, bu tür göçlere ‘zorunlu travmatik göç’ adını veriyoruz.[5]

Savaş, gurbet duygusunu yaratan başlıca etkenlerden sadece biridir. Savaş süresince yaşananlar, Türk ordusunun -aynı yıllarda bir kurtuluş mücadelesi verildiği için- işgal edilmiş bu topraklara uzun müddet girememesi, o topraklarda geride kalanların yaşadıkları katliamlardan kurtulabilmek için çaresizce çırpınmaları, yabancı ülkelerin topraklarına can havliyle sığınma çabaları ve yollarda yaşadıkları başlı başına birer trajedidir.

Zor geçen savaş yılları halka acı, sıkıntı, çaresizlik ve açlıkla beraber derin bir gurbet duygusunu da getirmiştir. Bir tarafta insanlar Millî Mücadele uğruna varını yoğunu ortaya koyarken bir taraftan da katliamlardan kurtulabilmek için ümitsizce çırpınmışlardır. Erkek nüfusun çoğu yurdun dört bir yanında kurulu cephelerde savaşmak amacıyla memleketlerinden ayrıldığı için özellikle Doğu Anadolu’da geride kalanlar silahsız, çaresiz kendilerini savunmaya fırsat bulamadan büyük kayıplar vermişlerdir.

Gurbet denildiğinde ilk akla gelen duygular genellikle olumsuzdur. Memleket hasreti, hüzün, yabancılık, yalnızlık, kimsesizlik, endişe, korku gibi olumsuz duygular mecburen ve beklenmedik bir anda çıkılan bu uzun yolculukta insan psikolojisini derin bir şekilde etkilemektedir.

Gurbetin ilk çağrıştırdığı son derece olumsuz olsa da gurbet acısı daha çok gidilecek yere varıldığında ortaya çıkmaktadır.

Korku, endişe, yalnızlık ve panik duygusunun yanı sıra gurbetin yaratmış olduğu olumsuz sonuçlardan biri de sıla hasretidir. Sıla, “bir insan için doğup büyüdüğü ve özlediği yer, yakınlarının, sevdiklerinin bulunduğu yerdir.” Çevredeki olumsuz şartlarla birlikte günden güne artan hasret duygusuna kapılmak bir müddet sonra psikolojik rahatsızlıklara da yol açmaktadır.

Psikiyatri literatüründe göçmenlerde görülen bir hastalık olarak ‘sıla hasreti’nden (nostalji) ilk kez 1688’de İsviçreli hekim Johannes Hofer’in tez çalışmasında bahsedilir… Hofer, ‘Gençler iyi yetişmiş, eğitim görmüş de olsalar ne yabancı âdetlere ve yaşam biçimlerine alışabilirler ne de yuvalarını unutabilirler. Bulundukları ülkeye düşmanlıkla dolana kadar, mutsuzluk içinde acı çekerek, gece gündüz memleketlerini düşünerek ve bu yoksunluk içinde hastalanana kadar sılayla ilgili tatlı düşler kurarak dolanıp dururlar.

Çağdaş psikiyatri literatürü, bugün de göçün insan psikolojisine yaptığı olumsuz etkilerle ilgilenmektedir. Örneğin bugün göç edenlerde şizofreni görülme sıklığında bir artış ortaya koyan araştırmalar vardır. Ancak çağdaş literatürdeki bu çalışmalar yöntem açısından çok sorunludur; ‘göç’ ve ‘göçmen’ tanımlarının içeriklerinin ne olduğu genellikle belirsiz kalmaktadır.”[6]

Gurbette geride bırakılan yerleri özlemenin dışında, geride bırakılan kişileri de özlemek ve özellikle bu ruhî bunalım anlarında anne şefkatine sığınmaya çalışmak ortaya çıkan duygulardan bazılarıdır.

Gurbetin insan psikolojisi üzerinde bir diğer önemli etkisi de uyum sürecidir. Bu süreç, “uzun veya kısa sürede atlatıldığı gibi; atlatılamayıp depresif hâllere kadar ilerleyebilmektedir.” [7] Gurbette olan kişi ne kadar çabuk çevresiyle uyum içerisine girerse o kadar kısa sürede yalnızlık duygusundan kurtulur. Aksi halde gurbet sarsıcı, travmatik etkilerini göstermeye başlar.

Gurbette bulunan bireyin en çok karşılaştığı psikolojik sıkıntılardan biri, kendini gittiği yeni yer ve yeni insanlar karşısında yabancı hissetmesidir. Bu yabancılık, çeşitli sıkıntıları da beraberinde getirmektedir. Ölüm Ötesine Kaçış romanının kahramanı Ekber, Ermenilerin yaptığı katliamlara tanık olmadan önce 13-14 yaşlarında mutlu bir çocuktur:

Kayısı mevsimi başlayınca, tüm köyün çocukları bayram ederdi. Yusuf’un bağının yanında bulunan diğer bağlar, çocuklara geniş bir oyun alanı sunuyordu. Bağın köşelerindeki yüksek çalılar ise doğal saklanma alanlarıydı. Onun için bu bağ, köy çocuklarının en çok sevdikleri oyun alanıydı. Buralarda oynamak özgürlüktü. Bu bağların ardında sonsuzluk vardı sanki (ÖÖK, s.11)

Ermeni saldırısıyla birlikte hayatın bir başka yüzüyle karşılaşır:

Çalılar, yerdeki çocuğun yüzünü görmesini engelliyordu. Yüzükoylu yatan cesedi ters çevirince, bunun arkadaşı Musa olduğunu anladı. Kaldırmaya çalışınca Musa’nın başı arkaya doğru düştü. Yanan evlerin çıkardığı ışık Musa’nın kesilen boğazındaki o korkunç manzarayı göstermişti. (…) Nereye gittiğini bilemeden koştu, koştu…Bağırarak koşuyordu. Çalıları, ağaçları geçti. Nefesi kesildi, dizüstü yere çöktü. Son bir kez; anaaa diye bağırmak istedi. Sesi çıkmadı. Bir uçurumdan düşer gibi hissetti. Nefes alamıyordu. Çırpındı ve olduğu yere yığıldı… (ÖÖK, s.16-17)

Evinde mutlu ve huzurlu bir hayatı olan Ekber, uzun ve çileli bir kaçıştan sonra, kendini İran’da bulur. Birkaç hafta içerisinde hayatı bir daha eski hâline dönemeyecek kadar değişmiştir. Artık bir ailenin yanında çobandır ve annesinin rahat yatağı yerine bir ahırda barınmaktadır:

Hadi, kalkalım Abbas!.. Baksana içeri leş gibi kokuyor (…) Buranın kışı da bizdekine benziyor, çok sert geçiyordu. Özellikle geceleri çok ayaz oluyordu … Ahırda yattığımız için pek üşümüyorduk. Ahırda, tavan ağaçlarını tutan direkler arasında ve hayvanların üzerinde tahtalarla bir yer yapmıştık. (ÖÖK. S.133)

Henüz çocukluktan gençliğe geçme aşamasındaki bir çocuğun hayatındaki bu büyük değişim elbette onu sarsacak, derin bir gurbet duygusu, acı, keder ve özlemle dolmasına yol açacaktır.

Aynı karmaşık duygulara Yüreğim İrevan’da Kaldı romanının kahramanı Seriye’de de karşılaşırız. Eşi ve küçük kızıyla kendi evinde mutlu bir hayat yaşarken, aniden kendini korkunç bir trajedinin ve sonsuzmuş gibi gelen bir kaçışın içinde bulur. Artık gittiği her yerde bir sığıntıdır. Hayatı, kendinin haricinde herkesin merhametine kalmıştır.

Maddî anlamda gurbetin insan ruhundaki yansımalarından biri de gurbette endişe ve ölüm korkusudur. Bu endişe kişinin genellikle bir daha kendi memleketine dönemeyeceği ve gurbette ölerek sonsuza dek gurbeti yaşayacağı korkusudur.[8] Romandaki kahramanların (kurbanların) hepsinde bu korkunun izlerine rastlarız.

Ölüm, ölüm korkusuyla yaşamaya çalışmak, zorunlu göç, gurbet birer tanımdan, istatistik rakamlarımdan ibaret değildir. Bütün bu rakamların, tabloların arkasında insan ve onun unutulan hikâyesi vardır.

Bütün bu duyguların edebiyata yansımaları oldukça uzun bir zaman almıştır. Katliam ve zorunlu göç gibi büyük travmaları yaşayan insanlar bunu yazıya, şiire aktarmamışlar. Zihnin bir köşesine iterek unutmaya çalışmışlardır. Katliamlardan kurtulabilenler için hayat kolay gitmemiş, yollarda eşkıya takibi ve saldırısına uğramış, açlıktan, soğuktan, hastalıklardan hayatlarını kaybetmişlerdir. Bölge insanının bu uzun ve çileli kaçışa verdiği isim “Kaçakaç (kaç ha kaç)”tır. Bu isim kaçışın sürekliliğini, acısını, sıkıntılarını, trajedisini içinde barındıran hüzünlü bir adlandırmadır. Doğu Anadolu bölgesindeki insanların büyük çoğunluğunun kurtuluş ümidi İran olmuştur. Orada da çok büyük sıkıntılar ve zorluklar yaşamışlardır. Buralarda da yazıya geçmeyen fakat hafızalarda derin izler bırakan acı olaylarla karşılaşmışlar, bir kısmı da geri dönemeden ebediyen gurbette kalmıştır.

Sonuç

Doğu Anadolu’da insanların hafızasına kazınan ancak yazıya geçirilemeyen bu konuların yazıya geçirilmesi birkaç nesil sonraya kalmıştır. Uzun yıllar unutmaya çalışılarak, ancak aile içinde trajik bir hikâye olarak anlatılan bu anılar nihayet torunlar veya onların çocukları tarafından çeşitli şekillerde kaleme alınmıştır. Bu tip eserlerin sayısı da gün geçtikçe artmaktadır.

Örnekleri daha da uzatabiliriz. Burada dikkat çekmek istediğimiz, bu korkunç acıların ancak birkaç kuşak sonra yazıya aktarılması ve sadece mahalli olarak kalması, hatta mahalli olarak da dikkat çekmemesidir. Oysa bunların -bir müddet sonra kaybolup gideceği içindikkatle yazıya geçirilmesi, okunması, filme alınması bu acı olayları birer istatistik olmaktan çıkarıp sıradan insanların tarihi acıları olarak dünyanın göz önüne serecektir.

Bunun da geçmişteki katliamların acısını ve o insanların yaşadıklarını unutturmasa da gelecek kuşakların daha dikkatli ve şuurlu olmasına katkısı olacaktır.

Aşağıda, Ermenilerin yaptıkları vahşetin boyutlarını gösteren bir tablo verilmiştir. Bu anlatılmak istenen olayların boyutlarını göstermesi açısından küçük bir örnektir.[9]

KKaynaklar
Ermeniler Tarafından Yapılan Katliam Belgeleri-II (2001). T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivleri Daire Başkanlığı, Ankara.
Kars, Sarıkamış ve Iğdır Civarında Ermeniler Tarafından Yapılan Soykırım-3 (l338) (28. X. l9l9)
Atay, Falih Rıfkı (1981). “Sarıkamış”, Mehmet Kaplan vd., Devrin Yazarlarının Kalemiyle Millî Mücadele ve Gazi Mustafa Kemal I. İstanbul: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1981.
Gürman, Asuman. (2015). Atatürk Dönemi (1923-1938) Türk Şiirinde “Gurbet” Temi. (Basılmamış Doktora Tezi), Celal Bayar Üniversitesi, Manisa.
Göka, Erol. Türklerin Psikolojisi. İstanbul: Timaş Yayınları, 2008.
Şimşir, Bilâl N. (2013). Ermeni Meselesi. İstanbul: Bilgi Yayınevi.
Ünsal, Serdar. (2015). Yüreğim İrevan’da Kaldı. Sahil Kitap.
Yıldırım, Metin. (2015). Ölüm Ötesine Kaçış. İstanbul: Truva Yayınları.
Yıldırım, Metin. (2016). Nora ile Şir Mehmet. İstanbul: Truva Yayınları.

[1] T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, “Kars, Sarıkamış ve Iğdır Civarında Ermeniler Tarafından Yapılan Soykırım (c.3, s. l338-39 (28. X. l9l9) – Ankara-2001.

[2] T.C Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, age. (C.3, s. l338-39)

[3] Iğdır 1920 yılı kasım ayına kadar Rus işgali altında kalmıştır.

[4] https://tr.wikipedia.org/wiki/Drastamat_Kanayan

[5] Erol Göka, Türklerin Psikolojisi, Timaş Yayınları, İstanbul 2008, s. 99

[6] Erol Göka, Türk’ün Göçebe Ruhu, age., s. 133-134.

[7] Gürman, Asuman, Atatürk Dönemi (1923-1938) Türk Şiirinde “Gurbet” Temi, (Basılmamış Doktora Tezi, Celal Bayar Üniversitesi, Manisa 2015)

[8] Gürman, Asuman, Atatürk Dönemi (1923-1938) Türk Şiirinde “Gurbet” Temi, (Basılmamış Doktora Tezi, Celal Bayar Üniversitesi, Manisa 2015)

[9] Ermeniler Tarafından Yapılan Katliam Belgeleri, C, II, T.C Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivleri Daire Başkanlığı, Yayın no: 50, Ankara 2001.