Depremden sonra basında ve Tv ekranlarında; insanların ev alırken depreme dayanıklı olup olmadığını sormuyoruz diye masumane bir şekilde ilgisiz olmakla suçlanıyordu. Yani insanlar kavun karpuz alırken dikkat ettiği kadar ev alırken dikkat etmiyordu. Alacağı evin depreme dayanıklı olup olmadığını sormuyor, sadece banyosuna, balkonuna bakıyordu.
Bu yanlıştı. Bu yaklaşımın hiç bir mantıklı açıklaması yoktu. Çünkü, ev alırken insanların depreme dayanıklı olup olmadığını sorması gerekmiyordu. Ev yapılırken bir takım kurum ve kuruluşlardan izinler alınır, yapılırken denetlenir. Ev, istenilen şartlara göre yapılır. Nerede, kaçlık demir kullanılacağı önceden bellidir. Ev yapılırken de başında, mühendisi, mütahidi, mimarı vardır, belediyesi vardır. Sorumlu olanları, kullandıkları malzemeden çalanları denetlemeyeceksin, hırsızlara göz yumacaksın sonra ev yıkılacak, o evi alanlara alırken neden sormadın diye soracaksın. Buna gülerler, yani ev alırken kaçlık demir kullanıldığını, ne kadar çimento kullanıldığını soran insana paronarak derler.
Evet, ev alırken depreme dayanıklı olup olmadığını sormak, vatandaşın görevi ve işi değildir. Bu devletin görevidir. Bakkaldan peynir alırken, içindeki karýışım oranını hiç soruyor muyuz? Alınan her malın üstünde, o malı tanıtan bilgi etiketi ve izin veren bakanlığın yazılı izin numarası var değil mi? Eğer herhangi bir mal, üstündeki etikete uygun değilse ve bunu kullanan insanlar bir zarar görürse, bu kullanan insanın suçu mudur? Yoksa izin veren kuruluşun yeterli denetim yapmamasından kaynaklanan bir durum mudur? Eğer ev alırken depreme dayanıklı olup olmadığını sormamız gerekiyorsa, eczaneden ilaç alırken içindeki formülün de doğru olup olmadığını sormak gerekmez mi? Ya da her içilen ilacın, karışım oranlarının dogruluğundan emin olabilmek için tahlil yaptırılması gerekmez mi? Eğer förmül oranında hata varsa kullanılmaması gerekecektir. İlacın yan etkisi ortaya çıktığında, hastaya, ilacı içerken sordun mu ya da tahlil yaptırdın mı, dersek mantıksız bir sonuç ortaya çıkmaz mı?
Elbette alacağımız evin, balkonuna, banyosuna bakacağız. Eğer seversek evi satın alacağız. Çünkü ev alırken biraz da zevkler ön plana çıkar. Evin banyosuna, balkonunu bakmayıpta bir duvarına delik açarak ya da bir kirişini sökerek, içinden tugla ve demir parçalarını mı kontrol ettirsek acaba? (Aslında bu olayda, yani duvarını delmek ve çimentolarını sökmek yıkılan evlerde o kadar da zor olmadığını gördük.) Anlamak mümkün değil.
Önemli olan, olayları yerinde ve doğru tespitler edebilmektir. Olay sona erdikten sonra bir çok şeyimizi yitirdikten sonra ne anlamı var ki?
Deprem bütün hayatımızı altüst etti. Özel yaşantımızı, iş hayatımızı, arkadaş ilişkilerimizi. Depremden sonra geleceğin güveni kayboldu. Deprem, geleceğin belirsizliği içinde yarınlara güvensiz gözlerle bakmayı ögretti insanlara. Sanki bir yanımız öksüz, bir yanımız yetim kaldı. Depremi hiç hissetmeyenler bile korkuyu duydular, korkuyla yarı uykularda uyudular.
Tv’de çürük çadırları görünce anılarım canlandı. Yıllar önceydi, babamın ögretmen olduğu okulda, okul kumbarasına Kızılay’a yardım diye para topluyordum. Bütün çocuklar, bir gece öncesi aldıkları paraları heyecanla kumbaranın içine atıyorlardı. O paralarla alınan çadırların hep kötü olduğunu gördükce ne çok üzüldüm. En çokta Zeynep’e üzüldüm. Çünkü Zeynep, sınıfın en fakir ailenin kızıydı. Çocukluk aşkım, sevdiğim kızdan bile “seninde paran olsun kumbarada” diye para almıştım. Zor şartlarda toplanan bu paraların, bu özveri emeğin böylesine sonuç vermesi, hele bu kötü günlerde ortaya çıkması, hepimizi üzmüş ve kızdırmıştı.
Bir şeyler yaralanmıştı içimde.
Alaca karanlık olan gece, hızlıca zifiri karanlığa dönüşüyordu.
Bir çok şey karanlıktı.
Geceleri aydınlatan sevişmelerimiz bile depremsiz gecelere ertelendi.
Feleketin ardından; “artık eskisi gibi hiç bir şey olmayacak” deniyordu bol bol. Şimdi geçen bu zaman zarfında, ne değişti, neler değiştirildi? Verilen sözleri, yapılan yenilikleri masaya yatırdığımızda görünen tablo nedir? Bir daha ki depremlerde, bu kadar çok ölmemek için ne gibi önlemler alındı Biz neler yapabildik? Yoksa aklımıza ilk gelen, toplumun yardımlaşma ve dayanışma duygularını inciten, “deprem vergisi” diye adlandırılan vergiler mi geliyor? Oysa dostluk ve sevgi içinde, maddi yardım olarak bile insanlarımız bu vergilerden daha fazlasını ödemişti, üstelik istemeden.
İnsanların arasında oluşan sevgi selinin yatağı oldukca genişti. Yapılan her şey, gönderilen her yardım, insan içinde. İnsanlar nerede olursa olsun tamamen yalnız değillerdi. Yalnız değildik dostlar. (Ocak, 2000 yılında yazılan yazım)