Bir 24 Kasım günü daha geldi işte...
Babasız, öğretmensiz olarak kutlamak ne kadar hüzünlü!
Yine büyüdü içimdeki o öksüz kalan duygum...
Kimsesizliğimi yaşadım bir kez daha.
Uzaklarda olduğu için mezarına çiçekler koyamadım babam, beni bağışla...
Anıların kucağında parçalandım...
Seninle geçirilen eski günlerimi anımsadım baba.
En çokta ilkokul günlerimi….
Ve hayatımın boş bir yaşantı olmadığına sevindim..
Yokluğun buruk bir tat olsa da yüreğimde...
Ben en çok birlikte olduğumuzdaki o sevgiyi özledim.
Ne çok sıkıntım olursa olsun senin varlığınla yok olan dertlerime gülüp geçtim.
Şimdi hayatta olsan böyle kırılgan olmazdım, eminim bundan.
Bilmiyorum diğer kardeşlerim neler hissetti ama ben her şeyin bir an yaşanabildiğini iyice anladım.
Anladım ki sonu yok hiç bir şeyin.
Kimi zaman hiç bir şeyin bir anlamı yok..
Ve hep eskileri anımsıyorum, daha çok özlüyorum bu özel günlerde....
Hep gözlerim doldu yine, arada bir kimse görmeden ağladım arka odalarda.
Gözlerimin önüne geldin, öğrencilerin andımızı yüksek sesle okuyorlar.
Derse gireceksin az sonra; kara tahta başında akşama kadar bıkmadan usanmadan onlara bir şeyler yazacaksın hep.
Ve israf olmasın diye okulda yasaktı kalemtıraş kullanmak.
Bütün sınıfın kalemlerini sen kendi bıçağınla açardın ders aralarında, öğle tatillerinde.
Küçücük parmaklarımızın arasında tutamayacak kadar küçülene kadar kullanırdık o kalemleri.
Ve defterden beyaz yaprak koparmakta yasaktı.
Ve akşam onları uğurlarken yüzünde tatlı bir yorgunluk...
Köylüleri imece ederek okul bahçesini yaptırmıştın, ben küçük bir çocuktum o sıralar.
Annemle birlikte okul bahçesine bir sürü fidan dikmiş senelerce onlara gözün gibi bakmış, korumuş, sulamıştın baba...
Meyve verdiklerini çok görmüştük hep birlikte.
Hele o ağaçları silkelememiz yok mu?
Beyaz çarşaflar tutardık dalların altına...
Sen herkes gelsin istediği kadar yesin derdin hep..
Öylede oluyordu..
Oradan geçen tanıdık, yabancı o bahçeden bir şeyler koparıyordu.
Ve ne hikmetse babam, bütün meyvelerin dalları kırılıyordu erikten, elmadan, armuttan...
Şimdi de öyle olduğunu söylüyorlar, kimi görsem o günlerden tanıdık hemen okulumuzu soruyorum baba... “Hiç bir yerde meyve yok ama sizin okulun bahçesi sırılsıklam” yine diyorlar.
Hepsi gözlerimin önünden gelip geçmekte...
Ve sonra okulun son günü, o ayrılık günü, o hüzün günü var ya babam..
Ne kadar acıydı..
Bütün okulun masalarını, sıralarını, kitaplarını dışarı çıkarttırır, sınıfın her yanını yıkatırdın..
Bütün kitapların tek tek tozlarını aldırır tekrar özenle raflarına koyarken hep başımızda olurdun.
Ve sen, o kara tahtaya, o tebeşirle yılın veda mektubunu yazarken arkada bütün sınıf gözyaşına boğulurdu.
Hepimiz ağlardık baba, hepimiz.
Utanmadan, sıkılmadan, çekinmeden....
Ve bilirdik o günlerde, gözyaşının saklanacak bir şey olmadığını...
Çocuklar senden ayrıldığına ağlarlardı okul bitmesine değil çünkü hepsi aynı köyden sayılırlardı.
Ve o mektubun şöyle başlardı babam; “Çocuklar, bir yılı daha bitirirken elimden geldiğince, dilim döndüğünce sizlere bir şeyler vermeye çalıştım. Sizleri kırdımsa, incittirsem beni affedin....”
Koca bir tahtayı doldururdun o güzel yazınla.
Ve o uzun mektubu hepimiz defterimize özenerek tane tane yazardık.
“Bunu akşam babanıza, annenize okuyun”, diye de tembihlerdin.
O mektup bir ayrılık mektubuydu.
O yazı, hayatımızdan bir mevsimin döndüğünü anlatıyordu.
O yazı, beyaz tebeşirin yazılarak eksildiği gibi hayatımızdan bir şeylerin eksilmesiydi.
Ve son saatte, tüm öğrencileri tek sıraya dizer, hepimiz birbirimizle vedalaşır, en son sana gelir, sen hepimize sarılır, öperdin seksen beş ya da doksan öğrencini...
Ve elini öperek aldığımız karnelerimizle sen sınıfın penceresinden giden çocuklarını izlerken ben de okulun kapısında öylece durur, giden arkadaşlarıma bakardım.
Çocuklar hep ağır adımlarla giderlerdi, sanki gitmek istemezler her iki adımda geri dönerler bir okula, bir bana, bir sana bakarlardı.
Sonra bir kaç saat yalnız ve beni kimsenin göremeyeceği bir yere gider, toprağa yüzüstü yatardım.
Ağlar, durulur tekrar ağlardım.
Ve o gece evimiz hep durgun geçerdi, hep bir ağırlık olurdu, konuşmazdık pek.
Hepimizde büyük bir hüzün olurdu.
Ve o veda mektubun okulun açıldığı güne kadar yerinde kalırdı kara tahtada.
O tahta kara değil, çocuk gönlümüzün en temiz, en parlak, en çok içimizde saklı kalandı.
Ve ben o mektubu defalarca tekrar tekrar okuduğumu çok iyi hatırlıyorum baba.
Okulların açılmasına bir gün kala tek başına sınıfa giderdin. O veda mektubunu kendin siler ve yarın sabah heyecan dolu bir hoş geldin mektubu karşılardı ilk gün bizi...
Şimdi ne zaman bir okul bahçesinde andımızı okuyan çocukları görsem hemen seni anımsıyorum baba, gözlerim doluyor.
Ve yıllar sonrasında...
Sen emekli olup kendi köyümüze yerleştiğimizde, okulun açıldığı ilk gün tam odaya girerken seni pencerenin önünde durmuş, okuldaki çocukların istiklal marşını söylediğini dinlerken ağladığını görünce bir kaç saniye belli etmeden kapı aralığından seni izlemiş sonra sessizce oradan ayrılmıştım.
Çocuk seslerini duyunca kendini tutamayıp ağlıyordun sen de!
Kim bilir içinde ne fırtınalar kopuyordu.
Oysa sert bir yapın vardı görünüşte.
Ve ben o fotoğrafını hiç unutmadım babam.
Hiç unutmadım.
Hep aklımda o anın...
Hep aklımda...(2006)