Çocukluğumuzda, televizyonun tek kanal ve siyah beyaz olduğu yıllarda, her akşam elektrikler kesilirdi. Akşam yemeğinden sonra mutlaka komşular gelir veya onlara gidilirdi. Gaz lambası ve mumlar yakılır, çay demlenir, bazen de şanslıysak yanına kek yapılırdı.
Büyüklerimiz bizleri etrafında toplayıp anılarını veya onların da çocukluğunda kendi büyüklerinden dinledikleri kahramanlık efsanelerini ya da korku dolu hikayeleri anlatırlardı. Belki de karanlığın yarattığı doğal ortamın da etkisiyle, bu hikayelere kilitlenirdik. Merakla ve heyecanla dinlerdik anlatılanları.
Kimi zaman annelerimiz seslerini fısıltı haline getirip, en yakın komşularının mahrem bilgilerini birbirlerine anlattığında, dinlediğimizi anladıklarında kızacaklarından, önümüzdeki çekirdek veya oyuncaklarla meşgul olurmuş gibi yaparak öğrenirdik son moda dedikoduları...Kimi zaman da gaz lambasının ışığında, revaçta olan ara danteli veya masa örtüsü modellerini bile çıkarırlardı.
Babalarımız 51 ya da 66 oynardı. Masada bira varsa tuzlu fıstıkların canavarı olurduk.
Büyüklerin faaliyetleri ilgimizi çekmezse masaların altına kırık dökük, mutlaka bir uzvu eksik yorgun oyuncaklarımızla evcilik tezgahımızı kurar; yukardaki gerçek dünyanın tümüyle sanalını burada yaşardık.
Gündüzleri okula gidene kadar ödevlerimiz bittiyse sokaklarda olurduk. Okuldan aşırdığımız tebeşirlerle sek sek çizer, kapının arkasına sakladığımız kıymetli kaymak taşımızla çizgiye basmadan tek ayağımızla hoplayarak taşımızı ilerlete ilerlete seksek oynardık.
Ya da şanslı günümüzde bulduğumuz sırtı kamburlaşmamış gazoz kapağıyla çizdiğimiz yılan yolunun dışına taşmadan, minik fiskelerimizi vura vura yılan oyunu oynardık. Oynamasam da erkek çocuklarının zenginliği olan misketlerin rengarenk pırıltılarını unutamam.
Sayamayacağım kadar çok sokak oyunumuz vardı. Oyun bitse de bitmese de annelerimiz çağırdığında suratlarımız kıpkırmızı eve gider; hazırlanıp okula giderdik.
Hala aklımıza geldiğinde içimizde rengarenk kelebekler uçuşmuyor mu?
Kimse bize az ye demezdi. Kocaman sıcak ekmeklerin arasına bulduğumuz katıkları doldurup iştahla yerdik. Şişko da olmazdık.
Ya şimdi? Sokaklarda oynayan çocuk mu kaldı? Parklarda salıncak, kaydırak, evlerde televizyon, bilgisayar, tablet, telefon. Çocukluktan başladık teknolojik yalnızlığa.
Eskiden kimin aklına gelirdi 9-10 yaşlarındaki çocuğu diyetisyene götürmek. Televizyonun yarattığı sanal dünyanın esiri olmamıştık. Bir haftada birkaç tane çocuk programı, çizgi film ya izlerdik ya izlemezdik. Çocuk dergileri okur, bulmacalarını çözerdik. Ayrıca okula başlayan her kız çocuğunun göreviydi evin el bezlerini örmek. Hala en güzel terapidir bana örgü…
Şimdi kaç tane çocuk örgü örmeyi biliyor. Yazık…
Günlük alışkanlığımız oldu: Sosyal medyadan kim ne yemiş, ne giymiş, nereye gitmiş, ne demiş saatlerce kurcalamak. Ya da telefona indirdiğimiz bir oyunu bulduğumuz her fırsatta oynamak…
Bilmiş bilmiş yazıyorum da; Candy Crush oyununun son seviyesinde ne olduğunu merak etmekten de kendimi kurtaramıyorum. Neydik, ne olduk?
Teknoloji içimizi dışımızı sardı. Faydalı-faydasız, gerekli-gereksiz, olumlu olumsuz yanlarını tartışmıyorum ama düşünelim diyorum.
Evlerin hepsinde telefon yoktu. Olanların üstündeki dantel örtü de kimbilir kaç günde bir kaldırılırdı. Şimdi her saniye elimizde…
Teknolojik cihazlarımız,cep telefonumuz olmasın diyebilir miyim? Asla diyemem. Ancak kitap okuyalım diyebilirim. Örgü örelim diyebilirim. Çocuklarımıza eski oyunlarımızı öğretelim diyebilirim.
Cep telefonumuzun şarj sorunu ortadan kalktığı gibi sevdiklerimizle aramıza mesafe de koyamaz. Birazcık kısıt koyalım. Hayatı sevdiklerimizle doya doya yaşamak, çocuklarımızı sağlıklı ve mutlu yarınlara hazırlayabilmek adına…