Gökyüzünün maviliğini seyrederken âşık olduğum, sevdiğim, hoşlandığım kadınları düşündüm.

                Aslında düşündüğüm tek kişi vardı! Yüzünü görmeden saçlarını sevdiğim kadın…

                Çünkü aşk bir defa yaşanıyordu.

                Akşam usul usul inerken, uzayan gölgeler arasında güzel yüzü sanki karşımdaymış gibi hayalini görüyordum.

                Gölgeler yok olurken onu kaybedişimi hatırladım…

                Bir başkasını sevmesi elbette gönül dünyamda onarılması mümkün olmayan yaralar açmıştı. Günlerce, gecelerce ağlamış olsam da, o sevgimden, o aşkımdan hiçte pişman olmadığıma bir kez daha seviniyordum. 

                Dolu dolu yaşadığım, doya doya hissettiğim o aşk hayatımı bir çerçeveye sokan olmuştu.

                Kadınları tanımıştım onun sayesinde!

                Birlikte gittiğimiz bir etkinlik gecesinde vatana olan sevgisinden dolayı hıçkıra hıçkıra ağladığını görünce, fazlasıyla etkilenmiş, bir kez daha bağlanmış, gözyaşlarını ellerimle silmiştim.

                Gözyaşıyla ıslanan kendi avuç içlerimi o görmeden öpmüş, avuçlarımın ıslaklığını dudaklarıma sürmüştüm. Bundan hiç söz etmemiştim. İlk defa şimdi burada yazıyorum. Dönüş yolunda eldivenini kaybetmiş, bulup verdiğimde, “arkamı toplayansın” dediğini de dün gibi hatırlıyorum. Belki de bu yüzden; avuçlarıma gözyaşları değdiği için içimden atamıyorum, hala onu çok seviyorum.

                Tanrım ne müthiş bir geceydi.

                Kadınların iç dünyalarının çok güçlü olduğunu, annemden sonra âşık olduğum bu kadında görmüştüm.

                Ben ilham veren kadınları seviyordum hep. Sıradan, gelişi güzel hiçbir ilişkim olmamıştı. Hep farklıydı benim sevdiğim, hoşlandığım kadınlar. Devrimci ve şiir seven kadınlardan hoşlanıyordum. Sevdiğimin de şairlik yönü ağır basıyordu. Bir ara bana şiirlerini verdiğinde, ben şiirlerinde kendimi ararken kahramanın ben değil başkası olduğunu üzülerek öğrenmiştim. 

                Kimi zaman denizin kenarında çıplak ayaklarımızı suya sokar, saatlerce öylece oturur, denize vuran yakomaz ışınlarını birbirimize gösterirdik. Sanki bir başka yerlerde daha güzel bir dünyanın var olduğunu hayal ederdik. Ona kendi ellerimle kırdığım fındıkları getirirdim. Ve bir günde, otobüs garında buluşup istediğimiz şehre gideceğimizi konuşmuştuk. Ve o hayalimizde öylece hayal olarak kalmıştı.

                Gidemedik.

                Yapamadık.

                Başaramadık.

                Şimdi ne zaman aklıma gelse kendiliğinden yüzüme bir tebessümün yayıldığını hissederim. Keşke hayallerim silinip yok olmamış olsaydı. O kadar çok istiyordum ki; onu alıp birlikte uzak kentlere gidelim. Elimde olsun eli ve her tel saçını tel tel öpeyim…

                Öpemedim!

                Olmadı işte, olamadı. Çünkü bazı şeyleri insan tek başına ne kadar çok istese de gerçek olmuyor. Gerçek olması için her iki tarafında ortak bir özlemi taşıması gerekiyor.

                Ve böylesi bir aşkı yaşamamış olsam hayatım nasıl etkilenirdi bunu da gerçekten bilmiyorum. Yalansız, dolansız, çıkarsız olduğu gibi yaşanan bir aşktı bizimkisi…

                Bazı konularda gerçekten ona eksik geldiğimi, yeterli olmadığımı, içimde tamamlamam gereken zayıf ve gelişmemiş yönlerimin olduğunu kabul etmiş ve onu öylesine serbest bırakmıştım. Çünkü diğer kadınlardan farklıydı, bırakın zorla bir şey yaptırmayı istemediği hiçbir şeyi kimse ona yaptıramazdı…

                Şimdi onu görsem, karşısında saatlerce oturup güzel yüzünü seyretmek isterdim.

                Hiç konuşmadan…

                Bazı şeyleri hiç konuşmadan anlatmak…

                Ama görsem bile ondan böyle bir şey isteyemem, kendi hevesim ya da kendim istiyorum diye asla ve asla bir şey isteyemem. Yakıştıramam kendime. Utanırım, çekinirim.

                İnsan bazı şeylerin eksikliğini yine kendi içinde yaşamasını bilmeli bence.

                Bir zamanlar onu göremeyince gökyüzü kadar özlediğimin, en yoğun anlarımda dahi aklımda oluşu, en kalabalık ortamlarda onsuz olduğumda kendimi yalnız hissettiğim, ondan uzakta küçük bir dere, onunla kocaman bir okyanusa dönüştüğümün bir anlamı var mı bilmiyorum. Benim için elbette var ama onun için olup olmadığını bilmiyorum. Ondan uzakta olduğumda sanki bütün adres defterlerinden silinmiş gibi hissetmemim de artık bir anlamı var mı, yok mu bilmiyorum… 

*

                Beni bağışla sevgilim…

                Sana karşı eksik kalan, iyileştiremediğim, tamam edemediğim bu yaralı, bu özlem dolu yüreğimle sana yetişmeye çalıştığım ama bir türlü yetişemediğim için beni bağışla.

                O yolculuğa bir türlü seni ikna edemediğim için benim bu zayıflığımı hor görme! Ben o heyecanı hep içimde taşıdım. Belki de ben tek başına sahiplendim. Çünkü isteseydin ne yapar, ne eder kesinlikle gelirdin. Yaparım dediğin bir konuda sana engel olabilecek hiç şey olamaz, bunu biliyorum. İsterse bu şehir yerle bir olsun, geliyorum demişsen, gelirdin. Bunu ben başaramadım. Bende böyleyim işte. Tanıdığın birçok arkadaşın arasında böyle benim gibi aşkta beceriksiz insanlarda çıkıyor demek.

                Hiç unutmuyorum, özel bir günün için sana bir demet kırmızı çiçek almıştım. Mektupta yazmıştım. Ne o çiçekleri gönderebildim sana, ne de o mektubu. Çünkü sana bir kamyon dolusu gül kapına gelmişti. Bir kamyon kırmızı karanfillerin yanında benim bir demetin adı bile olmazdı. Ben onlarla yarışamazdım. Çünkü aşk, bir yarış, bir gösteriş değildi bana göre. Senin için özenle aldığım çiçek demeti günlerce masamda beklemiş, o kırmızı dallar tek tek düşmüş, demetin son yaprağı düştüğünde ise kuruyan dallar çöpe gitmişti. Biliyor musun o günden sonra çiçekleri de sevmez oldum. Kimseye çiçek almaz oldum. Şimdi ne zaman bir yerlerde çiçek demetleri görsem, kuruyan o demeti ve bir kamyon çiçek gelir aklıma. Solup giden, bir türlü adresine ulaşamayan bir demet çiçekten de haberin yoktur. Her sabah uzun uzun fotoğrafına baktığımı, bana yazdığın kısa mesajlarını her gün tekrar tekrar okuduğumu da bilmezsin. Seni özlemenin, sana olan hasretin nasıl bir şey olduğunu da anlatamam sana. Aşkta bazı şeyler zamanı geçince mi söyleniyor, bilemiyorum. Yıllardır bekliyorum seni, ne zaman görebileceğimi de bilmiyorum. Seni benden uzaklaştıranın ne olduğunu da bilmiyorum. Belki de haklıydın sen, o dönemler de hayatına boş ve anlamsız, gereksiz zamanlar yaratmış olabilirim. Belki de boş yere şiirler, öyküler yazdım. Belki de sen başkalarıyla eğlenirken ben gecenin karanlığında senin hediye ettiğin fotoğrafını seyrediyordum. 

                Ne yapmışsan, ne etmişsen yapman gerekeni yaptın sen. Eksiği fazlası yok. Yaşanması gereken yaşanmış, eksik kalan ya da ertelenmiş olan bir şey varsa sorumlusu bendim. Benim hatamdı. Her ne olursa olsun eksik kalan ben olmuştum. Senin her zaman fazlan vardı. Hasta olduğumda bana ıhlamur gönderen de sendin, daha ne olsun. Eğer olur da, bir gün karşılaşırsak tesadüf bir yerlerde, insanların içinde yüzüme bağırmaktan asla çekinme; “Sensin bu sevginin kıymetini bilmeyen, sensin bu sevgide adam olmayan, sensin beni alıp uzaklara götüremeyen beceriksiz olan” diye bağır çağır, eksik kalan her şeyi bana yükle; varsa öfkeni, hırçını dök içini. Söylemediğin ne varsa söyle. Bir kelime dahi edemem, etmemde…

                Artık bir şeyler yazmayacağım, sözünü de etmeyeceğim. Ne hayallerimi anlatacağım ne de özlemlerimi. Her şeyi suyun akışına bıraktım ben. Akıp giden bir derenin akışına serdim içimde kalan umutlarımı, hasretimi. Ya yollarda buharlaşıp yok olup gider hepsi ya da ulaşır okyanuslara. Her ne olursa olsun, kısmet derim, kader derim, benim değilmiş o rüya derim. Dokunmaya kıyamadığım saçlarını başkası öpsün, derim. Başkası sevsin, derim. Hak etmişsem yaşarım, değilsem hak edenler yaşasın derim. Eksiklik bende, derim. Çünkü hiçbir şeyi yargılayacak, tek taraflı düşünüp kendimi haklı çıkaracak kadar büyümedim henüz. Benim gönlüm hala, ‘her aşk bizi çocuk yapar sevgili’ öyküsünde, çocuk kalan bir gönüldeyim.   

                Sen iyi ol, mutlu ol yeter. Benim olmayan her güzelliğin daha da çoğalsın. Sen tanıdığım en zarif, en çok hanımefendi, en çok güzel olanısın. Ben seni, söz verdiğim gibi tünelin sonunda bekleyeceğim. Orada, o sonsuzlukta benim olursa sevgin, canım senin olsun. Olmazsa, sonsuzluğun içinde kaybolup gitsin, yok olsun, silinsin akıllardan. Sende gelmeyeceksen eğer, özlemlerim kuruyup yok olacaksa, sana yazdığım şiirlerimi, öpülen her tel saçında kitabımdan tek tek, sayfa sayfa yırt at. Hepsini yok et. Yak, savur at küllerini, kalmasın bir yerlerde. Ama ne yaparsan yap, ellerimde kalan gözyaşının izlerini geri veremem sana. İzin ver onlar de bende kalsın. Bunu da çok görme artık! Ne kadar sevdin, derlerse, avuç içlerimi gösteririm. Bilirsin sende, ne kadar yıkanırsa yıkansın, ne kadar zaman geçerse geçsin, gözyaşı bulaşan yerden çıkmazmış. İşte bu yüzden annelerin avuçları da çocuklarının gözyaşıyla yıkandığından ölümüne kadar vazgeçemez çocuklarından. Sende ne yaparsan yap, gözyaşının izlerini benden geri alamayacaksın.   

**

                Bir yandan kendi dünyamı düşünürken yıllar önce dinlediğim bir anekdot geldi aklıma:

                “Adamın biri bir kadına âşık olur.

                O kadar çok sever ki şiirler yazar sevdiğine…

                Kadın adamın aşkına karşılık vermez ve başkasıyla evlenir.

                Kadın evlenir, şair kadına şiirler yazmaya devam eder.

                O kadar çok yazar ki günün birinde ünlü̈ bir şair olur.

                Ülkenin her yerinde şiir dinletileri yapmaya başlar.

                Bir gün o eski sevdiği kadının yaşadığı kente düşer yolu.

                Orada şiir dinletisi yapar. Bunu duyan kadın da, kocasını alıp dinletiye gider. Yani dinleyenler arasında sevdiği kadın ve kocası da vardır.

                Kadın çıkışta şairi bekler ve karşılaştıklarında:

                “Beni tanıdın mı?” der.

                “Hayır, tanıyamadım” diye cevaplar şair.

                Kadın unutulmuş̧ olmanın şaşkın ve kızgınlığıyla:

                “Nasıl tanımazsın? Yıllar önce deliler âşık olduğun, sana bu şiirleri yazdıran kadınım ben” der…

                Şair, şöyle bir bakar kadına, yılların öcünü alırcasına şöyle der;

                “Keramet sende olsaydı, o kolundaki de şair olurdu.”

**

                Şiirlerini, kitaplarını çantasına doldurup…

                Yürüyüp gider şair…

                Ardında o büyük sevdasının gözyaşını bırakıp, ağır adımlarla yürür karanlık sokaklara doğru…

                Yüreğinde bir yalnızlık acısını yaşayarak…

                Kitaplarında dile gelen sevdasına tek başına sahip çıkarak yürüyüp gider, kaybolur gözden…

                Kadın olduğu yerde hareketsiz kalakalır. Şairin saçlarını okşadığını, ay ışığında kendisine yazdığı şiirleri okuduğu aklına gelince gözlerinden usulca akar birkaç damla gözyaşı…

                Şairden sonra ne şiir okuyanı olmuştur ne de kendisini çiçeklere benzeten birileri. Tatlı, heyecanlı bir yaşamın içinden sıradan, gelişi güzel bir hayatın içine nasıl düştüğünün cevabını kendisine veremez. Uzun süre bakakalır, o karanlık sokak içinde kaybolan şairin gölgesine…

                O kadar üzülür ki, sanki kalbi yerinden çıkıp ayaklarının altına tozlu yollara düşmüş gibi hisseder. Gözyaşı değil, gözlerinden kan akan…

                Sanki uykudan uyanmış, rüyasında korkunç bir rüya görmüş gibi, çocuklar gibi hızlı sesiyle ağlamaya, bir yandan saçlarını yolmaya başlar. Bağırır, çağırır, dövünür, ayakta kalamaz düşer yerlere. Sanki canını kaybetmiş, sanki hayatındaki en değerli olanı yitirmiş gibi feryat eder. Kocası yanına gelip, saçlarını toplamaya başladığında kadın olan gücüyle bağırır; “Sakın dokunma saçlarıma. Ellerinde tutmasın ellerimi. Yüzüme değmesin parmakların, tutma sakın. Sen bilmezsin, bu saçlarıma giden o şair ne güzel şiirler yazmış, taramış, örgü yapmıştı. Elleriyle yüzüme dokunurken sanki kırılıp dökülecek bir şeyi tutuyormuş gibi narince dokunurdu. Bana şiirim, derdi. Bana öyküm, derdi. Ben ne yaptım? Ben şiiri olamadım. Ben bir şairin öyküsü olamadım. Beni hatırlamıyor bile. Kıymet bilemedim. Aman Tanrım, ben böyle nasıl yaptım?”

                Sonra koşar adım gider şairin kaybolduğu o karanlık sokağa doğru.

                Arkasından koşan kocasına dönüp; “Sakın gelme, ben şiirimi arıyorum. Sen, bırak şiir yazmayı şiir nedir bilmezsin.”

                Karanlığın içinde, karanlık sokakta kaybolup gider kadın…

                Geride toprağa düşen birkaç damla gözyaşından başka hiçbir şeyi kalmaz..

                Bir aşkın insanların hayatlarını nasıl değiştirdiğini, hem şair yaşar, hem sevgilisi, hem de sevgilisinin kocası…

                Görenlerde şahit olur bir aşkın gücüne…

                Ve aşk bazen birkaç damla gözyaşında saklı kalır…

                Sadece bunu hissedenler, yaşayanlar bilebilir.

                Bu bazen tek taraflı yaşanan bir aşk olsa bile, her aşkın izleri ömür boyu sürer…

**

                O şairin yaşadığı benim başıma gelse ben ne yapardım bilmiyorum.

                Yalnız geldiğini görmüş olsaydım. Herkes dağılıp gittiğinde sıraların ortasında tek onun kaldığını görseydim. Sevinçten ne yapardım, sabaha kadar ona yazdığım şiirleri mi okurdum, saçlarını mı öperdim. Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum ne yapardım. Öylesi büyük sevinçler hiç yaşamadım ki. Mucize buluşmalara hiç tanık olmadı bu yüreğim. Ve yaşamadığım hiçbir şeyi yazamıyorum ben. Hissetmediğim hiçbir duyguyu anlatamıyorum. Sahte sevinçler gösteremediğim gibi, yalancı sevgi duygularını da dile getiremiyorum. Nasılsam öyle oluyorum. Sevdiğim kadar seviyorum. Benim gönlüme hüzünler mi yakışıyor, bunu da çözemiyorum. Kendi kalbimden başka hiçbir şey bilmiyorum. Başka sevdalara da özenmiyorum. Ben tek bu sevdamı yaşıyorum.

                O şair gibi aynı sahneyi yaşamış olsam, yanında sevgilisiyle gelmiş olsa bile öyle bir şey söylemezdim. İncitilmesine kıyamazdım. Üzülmesine dayanmazdım. Belki ellerine bakardım, parmaklarıyla nasıl tutuyor o eli. Her şeyi olduğu gibi kabul edip, tüm kalbimle ona mutluluk dilerdim. Sessizce kaybolurdum yanlarından…

                Ve sonra ayrılıp giderken yüreğim dolardı elbette…

                Yanıma yalnız gelmediğini görünce kendi sevdama üzülürdüm.

                Muhtemel ağlardım, hem de çok ağlardım.

                Kendi yalnızlığıma ağlardım.

                Ve bu bir denizin kenarı olurdu…

                Ve saatlerce orada kalırdım, gerekirse sabaha kadar beklerdim yakamozun denize yansımasını.

                Belki de bakarsın, “Hayallerinde gerçek olacağı bir dünya vardır”, diye avuturdum gönlümü…

                Hayali yansırdı gözlerime…

                Ve usulca seslenirdim:

                “Seni Seviyorum, Seni Seviyorum”, derdim…