Hayat bir merdivende yürümek gibiydi.

Hangi basamağın kırık ya da çatlak olduğunu bilmeden tırmandığımız, kimi zaman düşüp yaralandığımız, kimi zaman yaraladığımız bir yolculuktu yaşam…

 

Ve bu yolculukta hangi basamağın bizim için son olacağını bilmeden sürekli adım adım yokluğa doğru gittiğimiz, kimi zaman düz, kimi zaman patika yollardan, kimi zaman yüksek dağlardan, ovalardan yürüdüğümüz ince uzun bir yol değil, kısa bir yoldu.

 

Bunu geçmiş zamana baktığımızda daha iyi anlıyorduk.

Sonu olan bir yolculuktu...

Bunu bildiğimiz halde yüzyıllarca hep aynı, hiç değişmeden yaşadığımız bir süreçti hayat dediğimiz...

 

Yaşamak ne kadar doyumsuzdu ama bizler bu tadı hissettiğimiz anlar o kadar azdı ki...

Kimi zaman bir tepeden uzaklara baktığımızda, kimi zaman yavru bir kediyi severken, kimi zaman minicik bir çocuğu öperken, kimi zamanda fırtınalı bir yaşama girdiğimizde anlıyorduk sevginin, dostluğun, aşkın ne kadar da güzel olduğunu.

 

Bunlardan geri kalan zamanların hepsini koşuşturmakla, itişip didişmekle, geçim derdiyle, yoklukla, sıkıntıyla, stresle, biraz da alışkanlıklarımızla geçiyordu günlerimiz.

 

Farkına varmadan hızla yok oluyordu her şey.

Adım adımda olsa hayat merdiveninden her gün bir basamak eksiliyordu.

Geriye baktığımızda ağız dolusu gülüşlerimizden daha çok gözyaşımızın izi kalıyordu içimizde. Aynaya baktığımızda en çok hüznün, acının ve yapmak isteyip de yapamadığımız özlemlerimizin kaygı dolu izlerini görüyorduk.

 

Belki de bu yüzden demişlerdi, her ölüm erken ölümdür diye.

Yapacak çok şey vardı daha...

 

Oysa merdivenin son basamağına gelmiş ve ellerimiz bomboştu.

Ve artık yapacak hiç bir şey yoktu.

 

Kaybettiğimiz yakınlarımızın ardından hayata tutunmak zorundaydık.

Bu yaşamın bir süreciydi.

 

Hayat bir merdivende yürümek gibiydi…