Yaşadığımız her olay istemeden de olsa kendi kişiliğimizi oluşturuyordu. Direnmek, çaba göstermek, kendini kanıtlamak bir zorunluluktu. Çünkü ailemde herkesin benden bir beklentisi, yapmam gereken bir görev alanı vardı. Beni sevmeleri sanki beklentileri karşılayabildiğim kadardı. Karşılanmayan her beklenti içimin bir yerlerinde kırıntılar oluşturuyor, oluşan yaralı çatlakları sürekli birleştirmeyi, birbirine yapıştırmaya çabalıyordum. Aile içinde dışlanan, istenmeyen sevilmeyen ya da üvey evlatların yeteri sevgi çemberine giremediklerinde bir zaman sonra nasılda bir canavara dönüştüğünü sadece filmlerde değil, günlük hayatın içinde görüyordum. Ne zaman yalnızlık içimde büyüse, o sevgisiz, o yetim, o öksüz çocuk ben oluyordum. Sevgisiz olarak büyümenin acısı farklıydı. İçim farklıydı, dışım farklıydı. Bazen çok katı, geçimsiz zor birisi olarak tanınıyor olsam da çoğu zaman bir gülüşe yenik düştüğüm de çok oluyordu. Benim iyi olmam önemli değil, daha doğrusu onların istediği şekilde olmam gerekiyordu. Tıpkı dışarıda odun ateşinde demlenen çay gibiydim. Dışımı gören, isten simsiyah kararmış çaydanlık gibi olan sadece dışımı görüyordu. Oysa içim mis gibi kokan çay gibiydi. Ama insanlar önce çaydanlığı görüyordu. Birini kötü bellemişler ise bardaktaki çayı tatmadan ön yargılı olarak iyi olmadığını düşünüyordu.
Aşka düştüğümde yüzlerce hastasını tedavi eden ama kendisi hasta olan bir doktor gibi oluyordum. Yalnızlıktan korkup insanlara yakın olmak istiyor ama bunu hiç de kolay yapamıyordum.
Sevgilim de beni dış görünüşümle tanıyor gibiydi. Belki hatalıydı ama bu hatasını bilmeden, farkına varmadan yaptığından emindim. Yaptığı her işte belki de evinde eleştirilmişti. Hataları büyütülmüş, yüzüne yüzüne çarpıtılarak söylenmişti. Nasıl düzenli yapılması gerektiği değil, her zaman hatalı iş yaptığı beynine sokulmuş gibiydi. Sevgi içinde anlatılmamış, yaptığı işlerden azarlanıp sürekli eleştiri aldığından sevgiden uzaklaşmış hatalarını normal kabul etmeye başlamıştı. Çünkü evin içinde yaşanan tüm olumsuz şeyleri özellikle çocuklar olduğu gibi alıyordu. Doğruyu yanlışı ayırt edemeden kabul ediyordu.
Ne zaman tartışmaya girsek, en çok kendime zarar veriyordum ama o zamanlar bunun farkında bile değildim. Yapmam gerekenleri zamanında yapamıyor, olmam gereken saatte durakta olamıyordum. Bindiğim otobüs asla kaçırdığım otobüs değildi. Aynı yere varmış olsam da gecikmeli ve zaman kaybı olarak yetişiyordum. Acı çekmeye, acımızı tek başıma yaşamaya ne kadar alışmışsam yakınlarımdan gelen baskı ve yasaklara aynı şekilde alışıyordum. Kendime yaşattığım tahammül ve dayanma gücüme göre yeni gelen acılara da göğüs geriyordum. Çünkü beynim o acıya alışmış oluyordu. Deneyimlediğim her şey yeni acılara dayanma gücümü arttırıyordu. Yalnızlık dediğim şey ise her defasında farklı hissettiriyor, farklı yaşatıyordu acısını. Bu yüzden yaşadığım deneyim ve geçmiş yaşantım aslında hiçbir işe yaramadığını sonradan birebir yaşayarak görüyordum. Sonunda geldiğim nokta, “Ben ne acılar gördüm, bu da nedir ki?” olayına dönüşüyordu. Hiçbir iyilik tecrübesi insanlara fayda sağlayamıyordu. Kalıtsal olarak soya çekim olarak bu döngü asla insanın özüne işlemiyordu. İşte bu yüzden en iyi bildiğim şeylerden birisi de buydu, kalıtsal iyilik henüz insanlığı kurtarmaya yeterli değil. Çünkü genlere aktarımı gerçekleşmiyor bu yüzden insanın insandan ötürü çektiği hüzünlü acılar devam ediyordu.
Çıktığım iş gezilerinden geri dönmeden bir gün öncesi arar, ne istediğini sorardım. Beklediğim cevap, “Çiçekle, böcekle gelme, sen gel yeter” demesini beklerdim ama her defasında bir hediye listesini iletirdi. Döndüğümde ise benim sevdiğim yemekleri, tatlıları yapmış olurdu. Oysa ben onları hiç istemezdim, bana göre hiç gerek yoktu. Vardığımda sanki açlıktan çıkmışım sanki birkaç gündür hiçbir şey yememişim gibi zorla, ısrarla yedirmeyi çok severdi. Oysa ben vardığımda konuşalım, gülüşelim, bana sarılsın, saçlarını seveyim, boynundan öpeyim, kokusunu içime çekeyim isterdim. Beni evde değil, deniz kenarına yakın bir yerlerde karşılaşın, el ele tutuşup denize karşı seni seviyorum diye bağıralım isterdim. Sonra sabahlara kadar konuşalım, o gece uykuyu görmesin gözlerimiz, güneş bize gülümserken sabaha kadar oturalım isterdim ama bunların hiçbirini yaşamak bir yana bir defasında böyle yapalım dediğimde, “Sen de saçmalama, o ne öyle, ben senin gönlünü alır, yatar dinlenirsin, bırak denizi filan üşütürüz” olmuştu. Oysa ben seviyordum uykusuz kalmayı seviyordum denizin maviliğini, bırak üşüteyim, bırak yemeği, dışarda simit yemeyi tercih ederdim.
Yine öylesi bir geri dönüşümde hep aynı kısır döngüyü yaşadığımı fark ettiğimde bazı şeylerden bıktığımı anlamıştım. Öylesi sohbetleri, öylesi sevgi dokunuşlarına gerçekten çok ihtiyacım olduğunu fark ettim. Çünkü çocukken gurbetten kardeşlerim geldiğinde o geceyi sohbetle geçirirdik. Sabahlara kadar konuşur, nedenli nedensiz gülüşür, sabahı bulurduk. Tanrım ne doyumsuz gecelerdi o geceler. Şimdi kaç haftamı, kaç günümü öylesi bir tek gece için feda etsem de yaşayamam. Binlerce sıradan geceyi bir çırpıda silip öyle bir geceyi bir daha geçirebilmeyi çok isterdim.
Hüzünlerim dayanılmaz olunca, özlemlerim yüreğimden taşınca odada duramaz bir bahane ile banyoya gider, duşun altına girer o suyun içinde ağlardım. Özlediğim o çocukluk sevgime ağlardım. Çıktığımda gözlerimin kanlanmış olduğunu görünce, “Banyoda fazla kalınca bak gözlerin kızarıyor, bu kadar kalma içeride” diye söylenirdi. Oysa bilmezdi banyoda kalış süremle gözlerimin kanla dolmasının hiçbir ilgisi yoktu. Gözlerimi kanatan özlemlerimdi, gözlerimi kanatan yalnızlığımdı.
Tartışmaların sonunda bilgilenmiş olarak değil de yaralanmış, öfkelenmiş, kızgınlığımız artmış olarak ayrılıyorduk birbirimizden. Bu genelde hepimiz için geçerliydi. Bize bilginin, erdemin, empati yapmanın yolları öğretilmemişti. Hep başkaları için kendimizi harcamayı, hep fedakâr olmayı doğru bilmiştik. Ne zaman içimde yalnızlığım büyüse annemin şefkati aklıma geliyordu. Bize hayatı veren annemizdi. En yakın olanımızdı. Bizi çıplak olarak en çok annemiz görüyordu, her halimizi olduğu gibi annemiz kabul ediyor, annemiz seviyordu. Annem ne yaparsa yapsın, hepsi doğru şeyleri yapıyordu. Yaptığı her şeyi sınırsız derecede kabul ettiğim tek kişiydi. Belki de bu yüzden âşık olduğum, sevdiğim kadınlardan da annemde gördüğüm sevgiyi arıyor ama bulamıyordum.
Sevgilimle ne zaman tartışmaya başlasak, bana kızıp yüzüme bağırmaya başlasa, benim de kendisine bağırmamı isterdi.
“Hadi ne duruyorsun, sen de bağırsana bana, sen de küfürler etsene bana, babamın annemi dövüp sövdüğü gibi sen de bana sövüp canımı acıtsana, vursana, kızgınlığını benden alsana, sen nasıl böyle sessiz kalıyorsun, sen nasıl bir erkeksin böyle” diye defalarca bana bağırırdı. Ben tartışmalardan kaçıp, diğer odaya giderdim. Öfkesini alamaz, odaya gelir, kapıyı çarpar, masaya tekmeler atar, mutfaktan tabakları atıp, kırar, sonra bir köşeye yığılıp hıçkıra hıçkıra ağlardı. Bazen sert sözler söylediğim oluyor ama asla fiziki şiddet yapmazdım. Kavgalardan nefret etmişimdir her zaman. O sert sözler bile şimdi beni nasıl kırdığını, beni nasıl hırpaladığını bile anlatamıyorum. Aynanın karşısına geçip kendime, “Sen kötü bir insansın, geçmişinde üzüleceğin kötü şeyler yaptın, şimdi acısını yaşıyorsun” diyorum. Ama geçmiş işte, geçmişte olduğu gibi kalıyor, değiştirmemiz mümkün olmuyor.
Onun böyle içten ağlamasına dayanamaz, yanına çömelir, elini tutar, tamam, geçti boş ver, hepsi bitti işte, bu kadar kızma, öfkelenme gibi boş boş sözler söyler, onun sakinleşmesini beklerdim. Yine böylesi bir tartışmamızda bana sarılmış, “Sen neden böyle yapıyorsun ki, ben öfkelendikçe sen susuyorsun, benim ağlamama boş ver sen, ben aslında kendime değil anneme ağlıyorum” demişti. İşte o zaman anlamıştım, sevgilimde yaralanmış, hırpalanmış, sevgiyi tam içinde hissedememiş yaralı, yüreği hüzün dolu birisiydi. Farklı bir yaşanmışlığı vardı, kolay değildi. Ne kadar sevgi göstersem de onun iyileşmesini sağlayacak kadar başarılı olamıyor, ne kadar iyi olsak da sudan sebep şeylerle yine kızıyor, bağırıyor, evdeki tabakları, bardakları kırmaya tekrar başlıyordu. Benimse onu tedavi edecek gücüm yoktu. Yine bir gece gözyaşları içinde bana bağırdıktan sonra pişman olmuş gibi bana sarılmıştı. O gece bu olay tüm hayatımı etkilenmişti. Öyle bir sarılmıştı ki bana, kemiklerimi sanki birbirine yapışacak gibi hissetmiştim. Ellerini tutuyor, ayırmaya çalışıyordum ama mümkün değil ayıramıyordum. Sanki demir çubuklar gibi tüm bedenimi sarmıştı kolları. İlk defa o kadar sıkı sarılıyordu. İlk defa o kadar derin, o kadar içten ağladığını görüyordum. Gömleğimin büyük bir alanın soğuk gözyaşlarından ıslandığını hissedince kendimi garip bir duyguya kapılmış olduğumu hissetmiş, sanki aradığımın çok eski bir dostu bulmuş gibi ben de sarılmış, kucaklayıp, yatak odasına taşıyıp yatağa yatırmıştım. Benden ayrılmak istemiyor bir türlü bırakmıyordu. Usulca yanına uzanıp, sırt tarafına dönüp sarılmıştım. Gözyaşlarına dayanmam, sakin kalmam asla mümkün değildi, öylesi anlarımda banyoya koşup duşun altına girip ağlamam, kendimi rahatlatmam gerekiyordu ama o akşam buna imkânım yoktu, kendimi tutamayıp ben de ağlamıştım. O an yine annem aklıma gelmiş, annemin bana sarılışını arıyordum. Garip bir akşamdı, ben annemim sıcak sevgisine ağlıyorken, sevgilim de annesinin acılarına ağlıyordu. İlk defa o gecemizi sabaha kadar uyumadan geçirmiştik. Bir ara balkona çıkıp gökyüzüne bakmış, gökyüzü bizim acılarımızdan bağımsız kendi bildiği gibi işleyişine devam ediyor, bulutlar gelip geçiyor, ay ışığı bir çıkıyor bir kayboluyordu. Çevredeki evlerin tüm ışıkları kapalıydı belli ki herkes uyuyordu. Ve herkes acısını kendi içinde yaşıyordu. Az ya da çok hepimizin derinliklerinde ya hasret, ya özlem, ya öfke ya da kızgınlık vardı. Yaşam çözülemeyen bir gizemli nehrin akışına benziyordu. Öfkesinde çekilmez, geçimsiz birisi olduğunu her davranışıyla nasıl sergiliyorsa o gece, o sarılışında da sımsıkı bir sarılmanın nasıl olabildiğini o gece görmüştüm. Aslında herkes iyi, herkes güzeldi. İnsanın içini karartan, insanı kötü yapan yaşamın olumsuz şartlarıydı. Her kızgınlığın içinde daha önce görülmemiş ve keşfedilmemiş sevgi dolu kırıntıları herkesin içinde vardı. İçimizdeki öfkenin ateşi ne kadar fazlaysa, o ateş tüm benliğimizi sarıyor, hiç ara vermeden her gün bizi yakmaya devam ediyordu. Kızdığımda kendime hâkim olmasam kim bilir neler söylemeye cesaret ederdim. Cesaretin verdiği o güçle, sevgilimin babası gibi belki de kendimi güçlü göstermeyi başarırdım. Ne kadar güç gösterebilirsem yan odaya geçtiğimde ya da banyoda duşun altında sessizce ağladığım zamanlarda o kadar da kendimi yenilmiş, hırpalanmış, yaralanmış olarak bulacağımdan emindim.
Ben sevgilimi sözlerimle yaralamak, sızlatmak, kötü sözlerimle geçmiş acılarını anımsatıp üzmek istemiyordum. Belki de söyleyecek çok şeyim olmasına rağmen susmayı kendime ilke edinmiştim. Bazı şeyleri yine de aşamıyor, içindeki o karanlık kuyuya ışık olamıyordum. “Babam gibi vursana, incitsene, ayaklarının altına alsana” der ama başka neler yaptığını söylemedi. Ayrıca babasına karşı kötü bir söz söylediğini asla duymamıştım. Sadece yaptıklarını dile getirir, kendi duygularını asla söylemezdi. Söyleyemediği tüm kelimeleri o gözyaşlarının içine akıttığından emindim. Her ne olursa olsun kendi babası, kendi ailesiydi. Yine bir akşam babam gibi der demez sözünü kesmiş, “Babanı ne kadar seviyorsun” diye sormuştum. Sorduğuma pişman olmuş, elimle ağzını kapatmış, “Sakın cevap verme, geri aldım soruyu” demiştim. Çünkü birisine babası hakkında konuşma hakkını kendimde bulmuyordum. Seviyorum yine de, dese sorun olmazdı ama ya sevmiyorum derse, o sözün söyleniş şeklini, yıkıcı tarafını asla unutamayacağımı çok iyi biliyordum. Akrabalık, kan bağı olanlarla aramızın iyi olması çok şey ifade ediyordu. Ne olursa olsun, düğünlerde bayramlarda seyranlarda karşılaşılıyordu. Bıraksan bırakamıyor, atsan atamıyordun. Bunu çok iyi bildiğimden aile üyelerine karşı hep nazik olunması belki de en hassas noktaydı. Kim olursa olsun ailesi, kardeşleri ve yakınları ile olumsuz ve hüzün verici bir şeyler söylese belli etmesem de içimden üzülürdüm hep. Gönül bağı önemliydi. Birinin bizi sevmesi kadar güzel olan başka bir şey var mıydı? Bizi seven, bizi merak eden, nasılsın diyen birilerinin varlığı az şeyler değildi…
Kimi zaman, paranın gücünün insanları nasıl kötü yaptığını, toplumları nasıl da köleleştirdiğini görünce paranın yarattığı güçten nefret ederdim. Oysa dünya bizim değildi, bizim olmayan bir şeyi paylaşmanın verdiği acıydı sadece. Kötü olan her şey olmaz olsaydı. Kötü olan insana zarar veren her ne varsa yerin dibine batsındı. Yaşam dediğimiz bir yolculuktu. Ve sonsuz yola giden ne bir araba vardı, ne de bir bilet. Ve tüm biletlerin bir süresi vardı…
Ne kadar zordu bazı insanları olduğu gibi kabul edebilmek, olduğu gibi sevebilmek. Sevmek, aslında fedakâr olabilmekti. Değiştirmeye kalkmak ya da değişmesini beklemek boşuna kurulan hayallerdi. Ne içimiz değişiyordu, ne davranışımız, ne beklentimiz, aslında hiç değişmeyen bir yapımız vardı.
Şimdi düşünüyorum da, hepimizin acı ve hüzünleriyle başa çıkması gereken, kendine göre bir dünyası vardı. Bazen güzel bir ortamda hiçbir kaygı duymadan yaşama fırsatını elde ediyor, bazen de zehirli bir içecek gibi her gün içmek zorunda kalıyorduk. Bazen de karşımızdakilere bilmeden iç dünyasını etkileyecek davranışlar gösterebiliyorduk. İçimizde korku varsa yaşantımız her gün biraz daha korkunun esiri olmaya başlıyordu. Duygusal açlığımızın yerini ise sadece sevgi doldurabiliyor, bunun yanında ne kadar pahalı, lüks hediyeler almış olsak da, annemizin o mis kokusunun yerine asla geçemiyordu.
Yaşam hep garipti. Yapılan bir hatanın, bir suçun ya da bir ihanetin cezasını bir kez değil, insana defalarca ödetiliyordu. Adın çıkmış dokuza inmez sekize sözünü her kim söylediyse gerçekten çok haklı bir söz olmuş. İnsan, hayatında bir damga yemesin hayatı boyunca aldığı etiketin bedelini her gün ödüyordu. Sevgi dünyası da böyleydi. Gönlündeki yarım kalan sevginin eksiğini tamamlayacağın sandığını kişiye tüm benliğini verir, iliklerine kadar sevilmek ister ama ne gariptir ki, sevgiyi gönül verdiği kişi yine aynı yaraları açarak gider. İşte bu yüzden kimi insanların kalplerindeki o yara hiçbir zaman kapanmaz. Sevgi açlığını başka hiçbir şey dolduramaz. Her acı insanın içindeki kendi acısıdır.
Beni bağışla sevgili…
Bir aşk yarasını tedavi edecek, bir özlemin üstüne su serpecek kadar güçlü olmadığım gün gibi ortadaydı. Acı benim acıydı. Bu acıyı yaşamam, yas süremi belki de doya doya yaşamam gerekiyordu. Kendi hüzünlerimi ortadan kaldıramadan senin acılarına ortak olacak dermanım yoktu.
Bu şehirde senden başka kimsem de yoktu. Yanımda olan sendin. Ellerine dokunduğum kadın sadece sendin. Gecelerin karanlık yalnızlığını, gündüzlerin güneşin aydınlığını sadece seninle hissediyordum. Sensiz gecelerimde beni dinleyen tek şey masamdaki soğumuş çay bardağımdı. Sanki sessizce beni dinliyor, beni anlamaya çalışıyor gibiydi. Gecenin içinde karanlık koyulaştıkça artan hüzün gibi koyulaşırdı bardağın rengi. Oysa bilirdim karanlığın içinde bardağın daha da demli göründüğünü. Kendime yakın bulur, dost edinirdim o soğuk çay bardağını. Masadan kalkıp giderken son defa yarım kalmış çaydan bir yudum daha alırdım. Sanki tüm dertlerime ortak etmek istercesine ağır ağır yutardım. Yatağa yattığımda iki damla gözyaşımı ellerimle silerdim. Tek başına olmanın o zorluğunu iliklerime kadar hissederdim. Ve sabah olduğunda çevremdekilerin hiçbiri bilmezdi gecenin içinde neler yaşadığımı. Ben yalnızdım. Terk edilmiş evlerin odalarında sanki ben tek başına yaşıyordum. Şehir bomboş gibiydi. Kimseler yok gibiydi. Nereye gitsem sığamıyordum. Uzaklara, çok uzaklara gidip oralarda avazım çıktığı kadar bağırmak, bağırmak istiyordum ama iç sesim çıkmıyordu. Dış sesim ise önemli değildi zaten çıksa da duyanların hiçbiri beni anlamıyordu.
Sonunda çok iyi anlamıştım, ben sevgilimi tanımıyordum. Çünkü hep iyi günlerde buluşmuş, bana her gelişinde güzel makyajını yapmış, alımlı alımlı giyinip gelmişti. Ben de özenle tıraşımı olmuş, bembeyaz ütülü gömleğimi giymiş, öyle buluşmuştuk. Bakımlı tırnakları, özenerek sürülmüş ojeleri, dolgun dudağının kırmızılığı ile göz dolduran bir güzelliği vardı. Masada çay içerken hep parmaklarını severdim. Tırnaklarını okşar, öylesine sohbetimiz devam ederdi. Ama o masada, o parmakları severken hiç aklıma gelmemişti mesela, bu kadar güzel eller bir çocuğun bezini de aynı güzellikte, aynı bakımla değiştirebilecek miydi? O parmaklar çocuğun pisli bacaklarını yıkarken de öyle güzel olmaya devam edebilecek miydi?
Bir insanı gezerek, tozarak tanımak imkânsızdı. Bir insanı tanımanın en iyi yolu, evinde anne babasının karşılıklı evdeki sorunu nasıl çözdükleriyle ilgiliydi. Evde nasıl yetişmişse çocuk ömrü boyunca hiç değişmeden aynı şekilde devam edecekti. Hani kimi zaman çok abartılmış bir makyajın insanı farklı gösterdiği gibi. Oysa yüzünü yıkayınca görüyorduk gerçek saf güzelliğini. Evdeki en büyük çözüm ise, savaşçı olmaktan geçiyordu. Sorunu büyütmek değil, çözmek zorunda olunduğunun bilincine erişmek gerekiyordu. Hayatın en temeli belki de burada saklıydı. Zor durumlarında insan kendisini nasıl ifade ediyorsa çevresine öyle davranıyordu.
Ağız dolusu gülüşlerimiz oldu seninle, bir de kaleme sığmayan hüzünlerimiz. Güzel anlarımızda birbirimizin en tenha, yüreğimizin en diplerine kadar inebildiğimiz, bazen yaşadığın bunca karmaşaya hayretler içinde kalıp, vay be, nasıl da dayandın bu kadarına dediğim geceler oldu. Bana geldiğinde sen de yaralıydın, tıpkı benim gibi. İki tarafı delik bir hortum gibiydik. Hangi tarafı tamir etsek diğer tarafı akıyordu. Birbirimizin yarasını birlikte tamir etmeye başlayacağımız yerde aslında birbirimizin yarasını daha da deşmeye, kabukları iyileşmeden koparmaya başlamıştık. Ne yapsak işe yaramıyor yaptığımız her şey sanki gideni anımsatıyor gibi, “Sen de onun gibi yapma” demeye başlıyorduk. Ne gidenin etkisinden kurtulabilmiştik ne de yeni geleni kabul edebilmiştik.
Yaralı insanlar hep birbirine benziyordu. Buz gibi soğuk bir odaya toplanmış, hepimiz odaya kucağımızda bir kucak dolusu odun getirmiştik. Sanki herkes sorunu çözmek istiyor gibiydi. Herkes karşısındaki üşümüş insanı ısıtmak istiyor ama hepimiz donmaya, titremeye devam ediyorduk. Çünkü hiçbirimizde odunları yakacak kibritimiz yoktu. Ve kibrit olmayınca bütün odunlar bir işe yaramıyordu. Odanın içinde toplanan herkes ateşe nasıl ulaşacağını, sobayı nasıl yakacağını bilmiyor, karşıdan ilgi bekliyordu. Her şey düzelecek, her şey yoluna girecekti belki ama tek sorun bir adet kibrit çöpünün bulunmasına bakıyordu. Odun vardı, kibritimiz yoktu. Sevgimiz vardı ama tahammülümüz yoktu. Öylesi soğuk bir gecenin içinde ateşimi tek başına yakmaya, tek başına ısınmaya karar verdiğim an senden ayrılmam gerektiğini anlamıştım. Çünkü bazı şeyler, içinden çıkılması zor durumlar sadece seninle yaşanıyor, geceler boyu tartışmalarımız bir sonuca ulaşmıyordu. Acıyla başlanan gece yine acıyla sabah oluyordu. Oysa koynumdayken sadece kendini değil, beni de ısıtman gerekiyordu. Oysa yanındaydım, koynundaydım ama ellerim buz gibiydi, üşüyordum. Bana sarıl desem de, sen arkanı dönüp kendi dünyanın içine dalıyor, bense tek başına üşümeye devam ediyordum. Sanki bir sınır vardı aramızda, sanki ortada bir duvar vardı, ben o duvarın öbür tarafına geçemiyordum. Tek bir yatağın içinde olsak da, dünyalarını birleştirmeyi başaramamış iki farklı insandık o yatağın içinde. İlk sevgili günlerimizde, o sımsıcak öpüşmelerinin birinde, “Bir kadının sevgisi öpüşünden belli olur, öpüşmesine göre ne kadar derinden sevdiğini ya da sevmediğini anlayabilirsin” demiştin. O karanlığın içinde o karanlık ve soğuk yatağın içinde sözlerin beynimi kanatırcasına çarpmaya başlıyordu. Nasıl öpecek acaba sorularıyla sana yaklaşıyor, seni öpmeye çalışıyordum. Ve o son gece fark ettim ki, beni öpmek istemiyordun. Sanki bir görevi yerine getiriyormuş gibi dudaklarını tenime değdiriyor ama öpmüyordun. İstenmediğimi anlayınca içimde sonsuzmuş bir boşluk duyuyor, hızlı banyoya koşup uzun süre sana değen ellerimi, yüzümü yıkıyordum. Sanki bir şeylere, benim olmayan bir bedene dokunmuş, sanki bir suç işlemiş, bir başkasının bahçesinden meyve çalmış gibi kendimi kirlenmiş hissediyordum. Saatlerce suyun altında kalmış olsam da ellerimdeki o kir bir türlü gitmiyor, içimdeki o boşluk kapanmıyordu. Öylesi gecelerde kendime kızıyordum. Neden sevgine sahip çıkamamıştım? Neden kaybetmiştim seni? Neydi aramızda eksik olan şey? Neden ayrılan parçaları bir araya getirmede bu kadar başarısız birisiydim? Aslında ben seninle değil, kendimle savaşıyordum. Eksik olan birçok şey vardı, nedenini bilemediğim, çözüm bulamadığım bir yığın sorun altında yok olmuştuk. Koca ormanda tek başına kalmış bir ağaçtım sanki tüm rüzgâra tek başına karşı çıkmak zorunda kalıyordum.
Yine de çok güzel anlarımız da oldu seninle. Bana verdiğin güzelliklerini asla inkâr edemem. Senden çok şey öğrendim. Senden sevgini aldım, sevgini içimde yaşadım. En çok ne güzeldi biliyor musun sevgili, kimi kavgalarımızda birdenbire ara verip sözlerini dudaklarımla susturmak istediğimde senin de sanki günlerce uzak kalmış, sanki uzak bir yolculuktan geri dönmüş gibi hasretle öpüşüme karşılık verip, dudaklarımı acıtırcasına öpmendi. Sanki aramızda hiçbir kötü söz söylenmemiş, sanki hiç kızmamış gibi sımsıcak bir sevgiyle bana sarılmandı. Öylesi anlarında tenin kokusu sanki değişir, mis gibi kokardın. Mis kokunu içimin en derinlerine çektikçe kendimden geçer, sevginin o sonsuzluk veren hissini yaşardım. Bana yaşattığın, bana verdiğin o mis kokunu asla unutamam. Odamızdaki o an kötü esen rüzgârı tam tersine çevirdiğin için sana ne kadar teşekkür etsem az gelir. Asla inkâr edemem, çoğu zaman tek başına başa çıkamadığım içimdeki korku dolu anlarda senin dizine uzanıp teselli aldığımı. Asla unutamam o minik ellerinle saçlarını küçük bir çocuğu sever gibi okşadığın anları. Sanki damarlarımdan akan bir kanı durduruyor gibiydi saçlarımdaki parmakların. Güzel ellerinin sıcaklığını, şefkatini asla unutamam. Biz seninle sadece sevgiyi paylaşmadık. Biz seninle aynı zamanda dertlerimizi paylaştık.