Bir yandan kendi aşk dünyamı düşünürken yıllar önce dinlediğim bir anekdot geldi aklıma:

                “Adamın biri bir kadına âşık olur.

                O kadar çok sever ki şiirler yazar sevdiğine…

                Kadın adamın aşkına karşılık vermez ve başkasıyla evlenir.

                Şair kendini geliştirir, sürekli çalışır. 

                O kadar çok yazar ki günün birinde ünlü̈ bir şair olur.

                Ülkenin her yerinde şiir dinletileri yapmaya başlar.

                Bir gün o eski sevdiği kadının yaşadığı kente düşer yolu.

                Orada şiir dinletisi yapar. Bunu duyan kadın da, kocasını alıp dinletiye gider.

                Dinleyenler arasında sevdiği kadın ve kocası da vardır.

                Kadın çıkışta şairi bekler ve karşılaştıklarında:

                “Beni tanıdın mı?” der.

                “Hayır, tanıyamadım” diye cevaplar şair.

                Kadın unutulmuş̧ olmanın şaşkın ve kızgınlığıyla:

                “Nasıl tanımazsın? Yıllar önce deliler gibi âşık olduğun, sana bu şiirleri yazdıran kadınım ben. Beni unutamazsın sen. Seni şair yapan o güzel kadın benim” der

                Şair, şöyle bir bakar kadına, yılların öcünü alırcasına şöyle der;

                “Keramet sende olsaydı, o kolundaki de şair olurdu.”

**

                Şiirlerini, kitaplarını çantasına doldurup…

                Yürüyüp gider şair…

                Ardında o büyük sevdasının gözyaşını bırakıp, ağır adımlarla yürür karanlık sokaklara doğru. Ve alaca karanlığın içine doğru, gözden kaybolur şair…

                Yüreğinde bir yalnızlık acısını yaşayarak…

                Kitaplarında dile gelen sevdasına tek başına sahip çıkarak yürüyüp gider, kaybolur gözden…

                Kadın olduğu yerde hareketsiz kalakalır. Şairin bir zamanlar saçlarını okşadığını, ay ışığında kendisine yazdığı şiirleri okuduğu aklına gelince gözlerinden usulca akar gözyaşları…

                Şairden sonra ne şiir okuyanı olmuştur ne de kendisini çiçeklere benzeten birileri. Tatlı, heyecanlı bir yaşamın içinden sıradan, gelişi güzel bir hayatın içine nasıl düştüğünün cevabını kendisine veremez. Uzun süre bakakalır, o karanlık sokak içinde kaybolan şairin gölgesine…

                O kadar üzülür ki, sanki kalbi yerinden çıkıp ayaklarının altına tozlu yollara düşmüş gibi hisseder. Gözyaşı değil, gözlerinden kandır akan…

                Sanki uykudan uyanmış, rüyasında korkunç bir rüya görmüş gibi, ağlamaya, bir yandan saçlarını yolmaya başlar. Bağırır, çağırır, dövünür, ayakta kalamaz düşer yerlere. Sanki canını kaybetmiş, sanki hayatındaki en değerli olanı yitirmiş gibi feryat eder. Kocası yanına gelip, saçlarını toplamaya başladığında kadın olan gücüyle bağırır; “Sakın dokunma saçlarıma. Ellerinde tutmasın ellerimi. Yüzüme değmesin parmakların, tutma sakın. Sen bilmezsin, bu saçlarıma giden o şair ne güzel şiirler yazmış, taramış, örgü yapmıştı. Elleriyle yüzüme dokunurken sanki kırılıp dökülecek bir şeyi tutuyormuş gibi narince dokunurdu. Bana şiirim, derdi. Bana öyküm, derdi. Ben ne yaptım? Ben şiiri olamadım. Ben bir şairin öyküsü olamadım. Beni hatırlamıyor bile. Kıymet bilemedim. Aman Tanrım, ben böyle nasıl yaptım?”

                Sonra koşar adım gider şairin kaybolduğu o karanlık sokağa doğru.

                Arkasından koşan kocasına dönüp; “Sakın gelme, ben şiirimi arıyorum. Sen, bırak şiir yazmayı şiir nedir bilmezsin.”

                Karanlığın içinde, karanlık sokakta kaybolup gider kadın…

                Geride toprağa düşen birkaç damla gözyaşından başka hiçbir şeyi kalmaz..

                Bir aşkın insanların hayatlarını nasıl değiştirdiğini, hem şair yaşar, hem sevgilisi, hem de sevgilisinin kocası…

                Görenlerde şahit olur bir aşkın gücüne…

                Ve aşk bazen birkaç damla gözyaşında saklı kalır…

                Sadece bunu hissedenler, yaşayanlar bilebilir.

                Bu bazen tek taraflı yaşanan bir aşk olsa bile, her aşkın izleri ömür boyu sürer…

**

                O şairin yaşadığı benim başıma gelse ben ne yapardım bilmiyorum.

                Yalnız geldiğini görmüş olsaydım. Herkes dağılıp gittiğinde sıraların ortasında tek onun kaldığını görseydim. Sevinçten ne yapardım, sabaha kadar ona yazdığım şiirleri mi okurdum, saçlarını mı öperdim. Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum ne yapardım. Öylesi büyük sevinçler hiç yaşamadım ki. Mucize buluşmalara hiç tanık olmadı bu yüreğim. Ve yaşamadığım hiçbir şeyi yazamıyorum ben. Hissetmediğim hiçbir duyguyu anlatamıyorum. Sahte sevinçler gösteremediğim gibi, yalancı sevgi duygularını da dile getiremiyorum. Nasılsam öyle oluyorum. Sevdiğim kadar seviyorum. Benim gönlüme hüzünler mi yakışıyor, bunu da çözemiyorum. Kendi kalbimden başka hiçbir şey bilmiyorum. Başka sevdalara da özenmiyorum. Ben tek bu sevdamı yaşıyorum.

                O şair gibi aynı sahneyi yaşamış olsam, yanında sevgilisiyle gelmiş olsa bile öyle bir şey söylemezdim. İncitilmesine kıyamazdım. Üzülmesine dayanmazdım. Belki ellerine bakardım, parmaklarıyla nasıl tutuyor o eli diye. Her şeyi olduğu gibi kabul edip, tüm kalbimle ona mutluluk dilerdim. Sessizce kaybolurdum yanlarından…

                Ve sonra ayrılıp giderken yüreğim dolardı elbette…

                Yanıma yalnız gelmediğini görünce kendi sevdama üzülürdüm.

                Muhtemel ağlardım, hem de çok ağlardım.

                Kendi yalnızlığıma ağlardım.

                Ve bu bir denizin kenarı olurdu…

                Ve saatlerce orada kalırdım, gerekirse sabaha kadar beklerdim yakamozun denize yansımasını.

                Belki de bakarsın, “Hayallerinde gerçek olacağı bir dünya vardır”, diye avuturdum gönlümü…

                Hayali yansırdı gözlerime…

                Ve usulca seslenirdim:

                “Seni Seviyorum, Seni Seviyorum”, derdim…[07.06.2023]